Muhafazakârlık ve çürüme: İtiraf

Ülkemizde yasaklanan son filminde Trier, tüketim ve ahlaksızlığa indirgediği moderniteye yine Hıristiyan öğretisi ekseninde saldırıyor. Biçimsel olarak bir yenilik içermeyen, hatta sinema sanatı açısından gerileme ortaya koyan İtiraf, imajlarıyla eleştirdiği yapıya bürünüyor.

Onur Keşaplı- Selin Süar
Yönetmenliği boyunca hem biçim, hem içerik olarak “sarsıcı” işlerle kendini ifade etmeye yönelen Lars von Trier’in, iktidarın yasakçı tutumu sonucu ülkemizde gösterime giremeyen ancak Otuz Üçüncü Uluslararası İstanbul Film Festivali ve beraberinde birkaç üniversite topluluğunun sansürü sıfırlama adı altında izleyiciyle buluşturduğu son filmi “İtiraf” (Nymphomaniac), çıkardığı gürültünün altında kalmaya aday.

İlk filmiyle birlikte örtülü Nazi sempatisi, kadın düşmanlığı ve yoğun bir Hıristiyan öğretisi eşliğinde insanlığın özü itibariyle kötü olduğu tezini işleyen yönetmen, bir önceki filmi Melankoli’de bunlara ek olarak bilim ve Aydınlanma karşıtlığını “epikleştirdikten” sonra, İtiraf’la beraber kendi açısından klasik sulara dönüyor.

Ortaçağa karşı günah çıkaran insanlık
Aseksüel bir entelektüel Seligman’ın sokakta hırpalanmış olarak bulduğu seks bağımlısı Joe’yu evine davet edişiyle başlayan ve Joe’nun hayat hikayesine dair geri dönüşlerle ilerleyen film, epizodik anlatısına karşın klasik bir senaryo seyriyle, dört saati aşarak iki bölüm halinde izleyiciyle buluşuyor. Tamamlanmamışlık hissine rağmen birinci bölümün ikinci bölüme nazaran daha başarılı oluşu, filmin klasik anlatıya çalan sonunun zayıflığını kanıtlıyor. Cannes’da “istenmeyen adam” ilan edildikten sonra çektiği ilk filmde Trier’in, Batı demokrasisi ve tüketim toplumuna indirgemeye çalıştığı moderniteyi Hıristiyan öğretisiyle eleştirirken tercih ettiği diyaloglar, eski ve yeni gözde oyuncularıyla kurulu kalabalık kadrosuna karşın filmi didaktik bir seyre dönüştürüyor.

Filmde şimdiki zamana tekabül eden Joe’nun itirafları, Hıristiyanlığın günah çıkarma ritüeli halindeyken, Seligman’ın bilgeliği ve Joe’nın fantezileriyle somutlaşan geriye dönüşler ise filme tersyüz edilmiş bir Meryem Ana-İsa temsili kazandırıyor. Joe’nun kendini kötü bir insan olarak yorumlaması ve günahlarıyla bunu kanıtlama çabası karşısında kendini dindar olarak görmese de din konusunda donanımlı ve bakire oluşuyla günahsız olarak sunulan Seligman’ın, Joe’da ve tüm insanlıktaki iyiliği görme gayreti, İtiraf’taki temel çatışma olarak işleniyor.

Erotizmin estetiğini pornoyla öldürmek
Trier’in bilinen zihniyetine karşın onyıllardır kendisine meşruiyet kazandıran biçimsel radikallik/deneysellik noktasında bu kez sınıfta kaldığını belirtmek gerek. Yönetmenin Fransız Yeni Dalga radikalizmini çağrıştıran Dogma 95 dönemi, konvansiyonel sinemanın birçok dinamiğini sıfırlayarak ciddi bir yabancılaşma deneyi olan Dogville ve kimi biçimsel denemeler yapılan Melankoli’yle kıyaslandığında hiçbir yenilik sunamayan İtiraf, bütün sarsıcı hamlelerini cinsel istismar sahnelerine bırakıyor. Hazzı yok edecek dozda hazcılığın hüküm sürdüğü günümüz toplumunu, “insan doğası vardır ve onun özü kötüdür” önermesiyle eleştiren ve bu eleştiriyi bizzat eleştirdiği yapının imajlarıyla destekleyerek muhafazakârlığın ahlaki çürüme basamaklarından yükseldiğini kanıtlayan yönetmen, yakın planlara sıkça başvurup pornovari hale getirdiği cinselliği erotizmin estetiğinden koparıyor. Oysaki sinema tarihinin farklı dönemlerinde cinsellik, toplumsal hatta sınıfsal eleştirinin katalizörü görevini üstlenebilmişti. İtiraf, sinemada cinselliğin bu toplumsal eleştiri boyutuna yaklaşamamaktadır bile.

Kaba cinselliği kendine bahane ederek kaba bir iktidar tarafından yasaklanan İtiraf’ı savunurken, yaratıcısının, filmin ruhuna hükmeden zihniyetini göz ardı etmemek gerek.

Sinemada erotizm...
Trier’in bu son filmi, kısa yoldan, porno film olarak nitelenemez elbette. Ancak ele aldığı konusunu, ana yazımızda da ifade edildiği üzere, pornografikleşen bir eksende ve oldukça sığ bir şekilde ele aldığı söylenebilir. Bu nedenle “eskilerden” bir değiniye yer vermemizin uygun olacağını düşündük.

Türkiye’de sinema yazınının en önemli isimlerinden Onat Kutlar, 1975 yılında, “iki film birden”ler ortalığı kaplamaya başladığında, sık sık gündeme gelen Danıştay sansürleri çerçevesinde, kaleme aldığı bir yazısına şu başlığı atmıştı: “Sinemada erotizm, insancıl bir sevgiyle, yaşamla bütünleştiği oranda ‘pornografik’ olmaktan kurtulur.”

Yazısını bitirirken ise şunları ifade ediyordu:

“Birçok sinema yazarının, düşünürün ortaya koyduğu gibi pornografi, cinsel tabuları yıkmaya yaramaz. Tersine, böyle bir sinema seyircisi, kafasındaki bütün baskıları taşıyarak karanlık salonlarda, kalabalık içinde yalnız bir tür röntgenciliğe yönlendirilir. Bu anlamda bir sinema ile, toplumdaki geri inançları, kanıları, duyguları sömüren, kitlelere ‘düzeni korumak’ amacıyla yalancı düşler, acıklı öyküler, şiddet ve kaba güldürü sunan afyonlayıcı sinema arasında bir ayrım yoktur. Pavyonların, genelevlerin, porno filmlerin en sürekli müşterilerinin, toplumda geri bir ahlakı en şiddetle savunan, özel yaşamlarında, toplumsal ilişkilerinde en tutucu tavırlara sahip olan kişilerden oluştuğunu unutmamalıyız.

“Bu bakış açısı göz önüne alınınca, çoğunluğu lumpenproleter özelliklere sahip porno sinema seyircisi, bu filmlerin yapımcı ya da getirticileri, bu filmleri yasaklayan ya da serbest bırakan sansürcüler arasında bir ortak yan bulmak mümkündür. Hepsi de insan bedenine, onu yaşam ve toplum içindeki yerinden soyutlayarak, salt bir cinsel tahrik öğesi olarak bakarlar. (…) Danıştay, asıl bu tür bir ‘akıl yürütmeyi durdurma’ kararı vermeli.”

Yönetmen Lars (Von) Trier’in kariyeri
İsminin ortasına kendi kendine soyluluk sıfatı ekleyen Trier’in kariyeri de buna benzer avangart görünümlü ama kof sansasyonel işler ve çıkışlarla doludur. Bunlardan ilki, belki de en önemlisidir ve Trier’in sanata, sinemaya yaklaşımını özetler niteliktedir. Trier kariyerinin erken döneminde bir grup yönetmenle birlikte Dogma 95 manifestosunu yazar ve yaygınlaştırmak için uğraşır ama diğer yönetmenler iyi kötü manifestoya uygun film çekme çabasındayken o eser üreteceğine bu manifestoya uygun filmleri sertifikalandırmaya kalkar. Kendi çektiği tek Dogma filmi olan Gerizekalılar’ın ise sertifikası sahtedir, zira filmdeki toplu seks sahnesinde dublör kullanılmıştır. Bu noktadan itibaren Trier’in kariyeri, sansasyonel olanı sanatsal kılıfa sokma çabasıdır. Gün gelir, Manderlay’in bir sahnesinde öldürülüp yenecek olan eşeği gerçekten sette öldürteceğinin söylentisini çıkarır, gün gelir Cannes film festivalinde üst üste iki kez “Hitler’i anlıyorum” deyip ardından manalı manalı susar ve festivalden kovulur. Kuşkusuz filmleri çarpıcıdır ve estetik açıdan gelişkindir ama bu gelişkinlik alabildiğine geri, cinsiyetçi, faşizan düşüncelerin üzerine giydirilmektedir.