Hatırlamak ve devam etmek için bir ayraç: Kaplumbağalar Ölmesin

Öykücülüğümüzde bugünü geçmişten gelen bir süreklilik içinde kavrayıp onu değiştirme arzusunu yüklenen metinlerin sayısı artıyor. Erkan Karaaslan’ın Kaplumbağalar Ölmesin'i de bunlardan biri...

Emre Falay

Edebiyat ırmağı orta sınıf bireyin iç sıkıntısından, kaçıp gitme isteğinden, monologlarından ya da çürüyen kasaba ve insan imgesinden, “her şey kötü” ve “ne yapsak boş” düşüncesinden başka bir yere akıyor. Akacak da. Çünkü insan, hayat, sevda, hepsi tarihin belli bir anında birikmiş çelişkilerin aşılması gerektiği fikri ve iradesiyle var ancak.

Öykücülüğümüzde de bugünü geçmişten gelen bir süreklilik içinde kavrayıp onu değiştirme arzusunu yüklenen metinlerin sayısı artıyor. Erkan Karaaslan’ın ilk basım tarihi Haziran 2022 olan öykü kitabı Kaplumbağalar Ölmesin bunlardan biri.

Egemen ideolojik ve estetik yapı veri alındığında bu önemli bir tercih. Çünkü bahsettiğim kavrama ve değiştirme birlikteliği politik olanın hikâyeye dahil olmasını gerektiriyor. Erkan Karaaslan öykülerinde bunu yalın, duru bir dil ile, betimleme ve diyaloglara yaslanarak yapıyor. Bu haliyle edebiyatımızda Orhan Kemal ile anabileceğimiz geleneğe yakınsıyor ki, bu da hakim edebiyat anlayışı düşünüldüğünde yazarın tercihinin kıymetini artırıyor.

Kentle, mekânla kurulan ilişkiden yabancılaşma ve yalnızlık haline, Sivas Katliamı’ndan “Hayata Dönüş” operasyonlarına, yoksul emekçi mahallelerindeki yaşamlardan kadın cinayetlerine pek çok konuyu birer manifesto metne dönüştürmeden karakterlerin yaşamlarının, gözlemlerinin ya da kararlarının bir parçası olarak okura sunan Erkan Karaaslan’ın öyküleri toplumsal unutma halimize de bir müdahale niteliğinde.

Bireysel olan toplumsal, toplumsal olan politiktir

Kitabın ilk öyküsü Görülmüştür’de bir kadın anlatıcı üzerinden bir döneme gözlerimizi çeviririz. Bu ülkede devrimciler vardı, hâlâ varlar ve hayatın tüm güzelliklerinde izleri mevcut dedirten öyküde kadın kahramanımızın Kemal ile anılarını anlattığı bölümler sıradan bir devrimci romantizmin çok ötesinde izler taşır:

Kemal'le iki göçebe gibiydik. Evimiz sırtımızdaydı. Bazen kıyafetler, bazen de sığdırmaya çalıştığımız bildiriler, kitaplarla o iki çanta dipsiz gibi gelirdi bana. (...) Ayaklarımızın sızısına aldırmadan fakülteyi, sokakları, esnafı dolanıp dururduk.” (s.13)

Anlatıcı bir gün evde kitaplığı temizledikten sonra kitapları raflara yerleştirirken yere “kırmızı keçeden, üzerine sarı bir papatya işlenmiş” bir ayraç düşer. Onun umutlarının, acılarının, sevdasının, kavgasının donup kaldığı anıdır ayraç. Cezaevinde “Hayata Dönüş” ile katledilen, cenazesi diye siyah bir kömür parçasını teslim aldıkları Kemal'den kalan son hatıradır.

***

İkinci öykü Bitmeyen Yaz’da bir çocuğun, Hasan’ın gözünden yoksul bir emekçi ailesinin yaşantısına tanık oluruz. İnşaat ustası babanın “ne oluyoruz ne ölüyoruz” deyip bir yaz Arabistan'a giderek ekmeğini kazanmaya çalışması, orada yaşadığı sorunlar nedeniyle eve para gönderememesi, memlekette geride kalan ailenin yaşadığı yoksulluk, ankesörlü telefon kulübelerinden jetonla yapılan yurt dışı görüşmeleri, bakkala biriken borç, okullar kapanınca yaz tatilinde marangozhaneden yapılan boya sandığı ile civardaki mahalle kahvelerinde boyanan ayakkabılar, geçinmek için evdeki eşyaların satılması öykünün iskeletini oluşturur:

Yaşadığımız onca zorluğa rağmen yine de ayakta durmamızı sağlayan şeyi düşünürdüm bazen. Bir sabah annemi eskiciyle pazarlık yaparken gördüğümde sorumun cevabını bulmuştum. Çeyizinden kalma, “ata yadigârı” dediği bakır sinilerden, kaplardan, o çok sevdiği büyük aşure kazanından vazgeçiyordu. Sanırım biz bu yüzden ayakta duruyorduk çünkü biz vazgeçiyorduk.” (s.23)

Bir akşam, komşuda Hasan’ın sevdiği dizi başlamadan önce televizyonda haberler verilir:

O an çocuklar hızlıca susturuldu, herkes pürdikkat televizyona bakıyordu. (...) Alevler içinde kalmış kocaman bir bina gördüm. Önünde toplanan kalabalık parmak sallayarak bağırıyordu. Ekrandaki yazıyı heceleyerek okudum. O tuz beş ki şi ya na rak öl dü. Derken tüm çocukları yan odaya aldılar ama bağrışları, ağlamaları, küfürleri duyabiliyorduk. (…) Eve geldiğimizde annem ilkin bütün kapıları kilitledi, sonra gözünde sürme, elinde kılıcı olan adamın resmini duvardan indirip üzerine bir bez örterek karyolanın altına koydu.” (s.25)

Babanın yokluğu bile unutulurken zaman yavaşlar. Akşamları damda yıldızların kayışı izlenirken annesi oğluna türküler ezberletir.

***

Bakıcı kitabın üçüncü öyküsüdür. Anlatıcı, ilk öyküde olduğu gibi bir kadın, bu defa bir emekçi, şimdi yatalak olan eski edebiyat profesörü Zehra Hanım’ın bakıcısıdır. (Erkan Karaaslan’ın öykülerinde kadını birinci tekil anlatıcı olarak kullanmada mahir olduğunu belirtmeden geçmemeli.)

Anlatıcının ayrıldığı eski kocası onu takip etmektedir. Bir akşam kızı evde yokken eski koca eve gelir, konuşmak ister ve içeri girdikten bir süre sonra kadına saldırır. Kadın kahramanımız sehpanın üzerinde duran babadan kalma kristal kül tablası ile eski kocasına vurarak onu bayıltır, ancak bu esnada o da kendinden geçer. Uyandığında yanı başında eski kocasının hâlâ nefes aldığını fark eder. Eski kocasının ona saldırırken kullandığı bıçak ile onu öldürür:

Demek bayılmıştı. Demek bunları bir daha yaşayabilirdim, demek bir daha kızımı göremeyebilirdim. 'Hiçbir cinayet kusursuz değildir,' diyordu belgeseldeki kadın. 'Bir telefon sinyali, bir damla kan, bir saç teli ele verebilir insanı.' Belki bu, kusursuzluğun ilki olacaktı. Ya da varsın olmasındı.

Her şey bir anda olup bitti. Bahçedeki toprağı ayağımla düzeltirken güneş yeni doğuyordu.” (s.33)

Öykünün içinde derdini anlattığı Zehra Hanım ile kızı Mühendis Hanım’ın kitabi önerileri meseleyi çözmeyecektir. Gerçek yalın ve alabildiğine şiddetlidir. Öyleyse tek başına emeğiyle ayakta kalma mücadelesi veren, kızını okutan bir kadının işlediği cinayet yargılanabilir mi? Okur bu soruyla baş başa bırakılır.

***

Dağ Başı Suskunluğu öyküsünde çocukları dağda gerilla olan çoban kadın Koca Rinde’nin hikâyesine tanık oluruz. Rinde’nin ovadaki evine ara ara başka gerillalar gelir, erzaklarını tamamlar, dinlenir giderler, ona çocuklarının iyi olduğunu haber verirler. Rinde’nin bütün özlemi ise bir gün yeniden çocuklarını görebilmektir.

Bir sabah jandarma, Kör İsa ile birlikte Rinde’nin evine gelir. Jandarma komutanı gece gelen olup olmadığını, Rinde’nin birilerini görüp görmediğini sorar. Kör İsa Rinde’nin Kürtçe yanıtlarını jandarmaya tercüme etmektedir. Rinde bilgi vermez. Onu ağılın önündeki iki direğin arasına kollarından bağlayıp gererler. Üç koyununu gözlerinin önünde öldürüp tüm koyunları öldüreceklerini söylerler. Gün doğumunda başlayan eziyet gün batımına kadar devam ederken yaşlı Rinde artık dayanamaz ve anlatmak ister, ancak Kör İsa Rinde’nin anlattıklarını tercüme ederse jandarmanın kendisinin de bir şey bildiğini anlayacağından, üstelik adının ihbarcıya çıkacağından korkar, Rinde’nin sözünü komutana tercüme etmez. İsa’nın yaşadığı çelişki bir ihanet midir, Rinde’yi kurtarabilir mi, kurtarırsa kendini mi tehlikeye atacaktır dağdakileri mi, okur bu soruların yanıtlarını düşünürken jandarma ağıldaki bütün koyunları öldürür. Akşam olurken jandarma komutanı Rinde’nin ertesi sabaha kadar asılı olduğu yerde bırakılmasını emreder ve Kör İsa’yı da yanlarına alarak dönerler. Karanlık bastırdığında ovadan yayılan kan kokusunu alan kurtlar Rinde’nin evine doğru inmeye koyulur.

***

Kaplumbağa Çobanı öyküsü Bitmeyen Yaz öyküsünün geçtiği mahallede bir başka çocuğun ağzından anlatılır. Bitmeyen Yaz'ın Hasan'ı ise öykünün başında ve sonunda boyacı sandığı ile tekrar karşımıza çıkar.

Belediyenin otobüs şoförlerinden Aziz amca ve eşi Nimet teyzenin borç harç içinde geçen yaşamları ile açılır öykü. Aziz amca kansere yakalanır ve aylarca kaldığı hastaneden mahalleye bir deri bir kemik döner. Bir gün hikâyenin anlatıcısı olan çocuğu evine çağırır ve Nimet teyze de yanlarındayken çocuktan kendisine kaplumbağa bulmasını ister. Kaplumbağaları besleyeceğini söyler. Üstelik kaplumbağa başına anlatıcıya para verecektir.

Anlatıcı çocuk bir ay boyunca Aziz amcanın evine kaplumbağa taşır. Nimet teyzeden her kaplumbağa için bir milyon lira alır. Anlatıcının annesi dahil mahallede pek çok kişi kaplumbağa konusundan haberdardır. Bir süre sonra Nimet teyze bu kadar kaplumbağanın yeterli olduğunu söyler, çocuğa on milyon verir ve onu gönderir. Birkaç gün sonra Aziz amcanın ölüm haberi duyulur. Cenazeden üç gün sonra çocuklar aralarında oynarlarken içlerinden biri Aziz amcanın aslında kaplumbağaları kesip kanını içtiğini, küçük olanları da pişirip yediğini söyler. Bir komşularının çocuğa açıklaması şöyledir:

“Bazen insan çaresiz kalınca daha iyisi için iyiyi feda ediyor.” (s.50)

Anlatıcı biriktirdiği paraları ne yapacağını düşünür. İşte o zaman, bir gün kaplumbağa ararken bağda “ellerinde kovalar, fırçalar ve duvarlara yapıştırdıkları kocaman kâğıtlarla” karşılaştığı “mahalledeki abiler” gelir aklına:

Batan güneşe yetişmeye çalışır gibi yürürken aklıma bir şey geldi. O paraların hepsiyle boya alacaktım. Evet, boya, kova, fırça, ne gerekiyorsa. Sonra da mahalledeki abilere söyleyip bütün duvarlara Kaplumbağalar Ölmesin yazın diyecektim.” (s.51)

Herkesin ortak olduğu bir kötülüğe, bu kötülüğün kanıksanmasına, geçiştirilmesine, unutulacak, unutturulacak olmasına bir isyandır kitaba ismini veren bu slogan. Öfkesini, isyanını, talebini herkesin gözüne sokma, onları rahatsız etme ihtiyacıdır. Ve ölmemek, yaşamak, “ölümsüzdür” yazan afişlerin sahibi mahallenin devrimci abilerinin eylemliliğinde somutlanabilir ancak. “Ölmesin!”, ölenleri hatırlattığı kadar, hatırlandıkça yaşamanın ve başka ölümler olmamasının başlangıcı olacak slogandır.

***

Eski Kasetler Dönerken’de çatışmalardan dönen askerlerin tedavisi ile ilgilenen, muhtemelen bir askeri hastane hemşiresi savaşı ve mesleğinin dayattığı yabancılaşmayı sorgular:

Yıllar içinde sinirlerin yıpranmış diyorlar bana Duman. Oysa en taze yerim sinirlerim, (...). Hatta çoktan ölüp gitmiş bu dünyanın, yani bu cesedin üzerinde yaşayan tek şey sinirlerim. (...) Duyduklarımı abartıyor, duymadıklarımı da uyduruyormuşum. (...) Savaşın karşılığını mesai ücreti ya da üzerinde adının yazdığı metalden, camdan zamazingolar sanıyorlar hâlâ. Barışın karşılığını ise ben de tam olarak bilmiyorum.” (s.58)

***

Yeni Yıl Hediyesi ile Kadıköy’de yeni yıl hediyesi ararken İhtiyar Vanko’nun eskici dükkânına giren öğrencinin gördüğü bir fotoğrafa dair Vanko’nun anlattıkları üzerinden 1860’lara ve Beyoğlu’na yolculuk ederiz. Anlatılan Güzin Hanım ile Mithad Bey’in aşk hikâyesidir belki ama arka planda istibdat yıllarına koşan bir imparatorluk, Jön Türkler ve 1870 Beyoğlu yangını yer alır. İhtiyar Vanko hikâyeyi tüm detayları ile anlatır. Bir ara yağmur dinince öğrenciyi dükkânda yalnız bırakıp bazı eşyaları yeniden dışarı çıkarmaya gider. Öğrenci birkaç saniye sonra Vanko’nun yanına geldiğinde Vanko öğrenciyi de, ona bir şeyler anlatmış olduğunu da hatırlamaz.

Şehrin tüm belleği eski yangınlardaki gibi silinip gitmekte, bize sadece fotoğraflar ve Vankoların hatıraları kalmaktadır. Bugünde hatırlamaya değer herhangi bir şey bulunmamakta, mekânların anısal niteliği sürekliliğin olmadığı yerde yok olmakta, mekân sadece bir yere dönüşmekte, hafıza yitirilmektedir.

***

Bitişe Az Kala öyküsünde onkoloji hastanesinde yatan bir hastanın hayatı alamıyorsa ölme hakkını eline alma çabasını görürüz.

***

Kirpiye Duyulan Minnet’in bir bacağı kısa doktoru hastaneye gelen ve tarlada patozun önüne düştüğü için bacağını kaybeden güzel köylü kızı ile evlenir. Ancak bir yıl sonra bile uyumaya çalışırken kafasındaki seslerin artık peşini bırakmasını dileyerek “o bacak dikilemezdi” diyerek haykıracaktır. Doktorun görece mutluluğu bir başkasının bedeni üzerine verdiği kararın, bir tercihin sonucudur aslında. Kadın doktora minnet duymaya, doktor ise vicdan azabı içinde uykularından uyanmaya devam edecektir.

***

Koş Hayata öyküsünde işsiz bir genç bir bankta daha önce hiç tanımadığı bir ihtiyardan bu adamın ve ölen eşinin hikâyesini dinler. “Dağ Başı Suskunluğu” öyküsünün Koca Rinde’si de bu öyküde bir gazete haberiyle tekrar karşımıza çıkar.

***

Kolay Gelsin’de sahile inen anlatıcı palmiye ağaçlarını sulayan belediye işçisi ile sohbet etmek ister, ancak belediye işçisi kendisinin sohbet girişimine karşılık vermez. Bir kent yalnızlığıdır.

Lagara Lugara Sigara öyküsünde ise kentin bir “avare”sinin gözünden oturduğu kahvede ve çevresinde olan biteni izlerken bir yandan da “mekânları yer olmaktan çıkaran onların içine yerleşen anlardır” sözünün peşi sıra değişen kente bakarız:

(...) şehirler de genişliyor; köprüler, otoyollar, sırça binalar sarmaşık gibi kaplıyor her yeri. Tüm bunlar olurken, insanlar yıllardır yaşadığı yerden göçe zorlanıp bir anlamda kendi şehirlerinde mülteci oluyor; ot bitmeyen bir tepede ya da bir ücrada yeniden şekillenmeye çalışıyorlar.” (s.99)

Hayatın hangi anında, neden, nerede kaldık ve yaşamaya hangi yönde, nasıl, nereden devam edeceğiz diye soran okur için bugüne bırakılmış bir ayraç Erkan Karaaslan’ın öyküleri. Geç de olsa okuru bol olsun dileğiyle…