Döviz kuru tartışmaları ya da Stockholm sendromu

Dün dolar 5,42 liraya kadar çıktı. Günlük devalüasyon yüzde 6'yı, yıl başından bu yana TL'nin değer kaybı yüzde 43'ü geçerken 'IMF tanımlı kur krizi', 2001'den sonraki en yüksek devalüasyon gibi değerlendirmeler yapıldı. Ancak yaşanan 2001'den çok daha derin bir kur krizi, çünkü ekonominin dışa bağımlılığı çok daha yüksek. 'Dışa açıklık', 'sermaye…

soL

Dün güne 5,10'lar seviyesinden başlayan dolar/TL, gün içinde 5,20 seviyesine kadar çıktı, akşam saatlerinde artış devam etti ve gece 11 civarında 5,42'ye kadar ulaştı. Avroda da 6,24 seviyesi görüldü. Son altı ay göz önünde bulundurulduğunda TL 2001 krizi sonrasında en derin değer kayıplarından birini yaşadı. Dün gün boyunca yaşanana bir "kur krizi" denilip denilemeyeceği, "IMF tanımlı" kur krizi referansları da verilerek tartışıldı. Siyasi iktidardan gece geç saatlerde gelen ABD ile "ön mutabakat" sağlandığı bilgisi dışında ses çıkmadı. Günün tek müdahalesi Merkez Bankası'nın Rezerv Opsiyon Mekanizması üst limitinde değişikliğe gitmesiydi, ki göründüğü üzere o da ters tepti. 

5,42 seviyesi baz alındığında TL'nin günlük değer kaybı yüzde 6'yı geçerken, 2018 başına göre dolar karşısında değer kaybı yüzde 44'e, avro karşısındaki değer kaybı ise yüzde 37'ye ulaştı. Yıllık bazda ise dolar karşısında yüzde 50'nin üzerinde bir değer kaybı söz konusu. 

2001’DEN ÇOK DAHA DERİN

Gün boyunca TL'deki çöküşün şiddetine ilişkin çok sayıda değerlendirme yapıldı. 2001 karşılaştırması en sık başvurulan referans oldu. Bu konuda bir hatırlatma ABD'de yaşayan Türkiyeli iktisatçı Dani Rodrik'ten geldi: 2001'deki büyük devalüasyonda sabit kur rejimi vardı, bugün yaşanan dalgalı kura geçildikten sonra karşılaşılan en yüksek devalüasyon. Rodrik uygun bir dille 2001’e göre müdahale enstrümanı kalmadığını hatırlattı. Çok büyük bir heyecanla anlık, günlük olarak bir şeyler yapılabileceği hissi yaratanlara yerinde bir uyarı olarak da okunabilir. Rodrik’in ya da akşam saatlerinde “adrenalin bağımlısı” yorumlar yapanların göz ardı ettiği bir önemli konuysa bu kur krizinin 2001’e göre “dışa bağımlılık” düzeyi çok daha yüksek bir ekonomide yaşanıyor oluşuydu. “Dışa bağımlılık” bahsinde dış borç stoku ya da döviz kredi stokunun yüksekliği nihayetinde bir sonuç. Ekonominin “dışa açıklık” düzeyinin yüksekliği, üretim ve tüketimde ithalatın payının 2001 ile karşılaştırılamaz bir düzeye ulaşmış olması çok daha büyük önem taşıyor. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında Türkiye’nin dış ticaret hacmi 88 milyar dolardı, 2017 yılında 386 milyar dolara ulaştı. Buradaki tek sorun cari açığın 10 milyar dolarlar mertebesinden 50 milyar dolar civarına çıkmış olması değil, ekonominin her hücresinin “dışa bağımlı” hale getirilmiş olması. 

‘DIŞA AÇIKLIK’ FİZİK YASASI MI?

Bir bölümü çökmüş ve kaymaya devam eden bir binanın yıkılıp yıkılmayacağı tartışması ne kadar anlamlı? Yüzde 20’lik bir banda oturacağı netleşmiş enflasyonla, kurun geldiği düzeyle milyonlarca emekçi ağır bir yoksullaşma dalgasının içinde, çöküşün faturasını da ödemeye başlamış durumda. “Özel sektör borcunu çeviremeyecek, çalışanlar işsiz kalacak” argümanı şimdilik korku yaratmaya yarıyor, çöküşün faturası siyasi iktidar-bankalar-sermaye grupları arasındaki kuvvetli dayanışma sayesinde emekçilere “daha zamana yayılı” ödetiliyor. Çöküşün şiddetinin düşük olduğunu söylemek mümkün değil. Sadece şimdilik toplu işten çıkarmalar yerine daha düşük ücrete daha uzun saatler çalışmaya "geçerken" ikna edilen bir toplum var. Ötesini denemeye kalkışacakları da açık.

Peki bütün bu manzarada Türkiye emekçilerinin çıkarları “sermaye uzlaşması”nı görmezden gelip “piyasacılıkta” ısrar edenlerin aklıyla olan biteni izlemekte mi? Tam da bugün “dışa açık ekonomi”yi, “sermaye hareketlerinin serbestliği”ni, “dalgalı kur rejimi”ni tartışmak, ülkenin dışa bağımlı hale getirilmesinde özel rol oynayan bu mekanizmalardan vazgeçmeyi, halk için yeni bir ekonominin nasıl inşa edileceğini konuşmak gerekmiyor mu?