Yabancı sermayenin kamuyu işgal programları

Prof. Dr. Yasemin Özdek’e göre, özel sermayenin neoliberal atılımlarıyla Türkiye’de sosyal devletin tasfiye edildiği yeni bir cumhuriyet kuruluyor.

Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Yasemin Özdek, Türkiye’nin yeni sömürgeci bir zihniyetin elinde esir olduğunu belirtti. Bir süre önce yayımlanan “Şirket Egemenliği Çağı” adlı kitabında Türkiye ve benzeri ülkelerdeki sermaye gruplarının hangi araçlarla kamu alanlarını işgal ettiğini örneklerle irdeleyen Prof. Dr. Özdek, özgürlüklerin adım adım askıya alındığını, bundan böyle soluk alabilmek için bile yoğun sosyal hak mücadeleleri verilmesi gerekeceğini savundu. Türkiye’de özel sermayenin yatırım danışma konseyleri üzerinden yabancı sermayenin direktifleri doğrultusunda ve onunla işbirliği içinde devlet kurumlarını adım adım ele geçirerek sosyal devleti tasfiye ettiğini, bu amaçla din ve Osmanlıcılık dahil her türlü ideolojiden yararlandığını vurgulayan Yasemin Özdek, ülkemizde 11 Mayıs 2012’de Yatırım Danışma Konseyi’nin yıllık toplantısını yaptığını, ama bunun medyada “haber bile olamadığını” hatırlattı. Prof. Özdek, sorularımızı yanıtlarken karamsar bir tablo çizdi.

soL: Yeni çalışmanızda, 2000’li yıllarda faaliyete başlayan Türkiye Yatırım Danışma Konseyi’ni, Türkiye’nin içinde bulunduğu yapısal dönüşüm süreci çerçevesinde ayrıntılı biçimde analiz ediyorsunuz. Bu “konseyin” nasıl bir sömürgeci doğası var?

Yasemin Özdek: Türkiye’de 2000’li yıllardan bu yana uygulanan ekonomi politikalarında Yatırım Danışma Konseyi’nin önemli bir rolü var. Bu konseyin mimarları, IMF ve Dünya Bankası’dır. 2002 yılında IMF’ye verilen bir niyet mektubunda Türkiye’de bir Yatırım Konseyi’nin kurulması taahhüt edildi ve bu konsey Dünya Bankası’nın işbirliğiyle kuruldu yaratılmasında IMF ve Dünya Bankası’nın bir müdahalesi, belirleyici bir rolü var. Bu konseyden beklenen işlev, Türkiye’de yatırım yapacak uluslararası şirketlerin çıkarlarına uygun biçimde Türkiye’nin yapısal değişimini yönlendirmektir. Yatırım Danışma Konseyi alışık olmadığımız türden bir yapılanmadır. Son dönemde gündeme giren “kamu-özel ortaklığı” olarak sunulan yapılardandır. Bu yüzden hem devleti temsil eden hükümet üyeleri, hem de özel şirketlerin yöneticileri bu konseyde bir araya gelir ve Türkiye’nin geleceğine ilişkin ortaklaşa karar alırlar. Daha açık bir ifadeyle şunu söyleyebilirim: Türkiye’de son yıllarda çıkarılan pek çok yasa ve diğer mevzuat değişikliği, Yatırım Danışma Konseyi’ndeki çokuluslu tekeller ve sermaye örgütleri öyle “tavsiye” ettiği için yapılmıştır. Son dönemde parlamentodan bu kadar yoğun ve hızlı yasa çıkarılmasının başlıca nedenlerinden biri budur.

soL: Nasıl bir sürecin son aşamasındayız sizce? Demokrasi nasıl yok ediliyor?

Yasemin Özdek: Özel şirketlerin ve sermaye örgütlerinin mevzuata yön vermesini ve yasa değişikliklerini kararlaştırmasını, “yasama faaliyetinin özelleşmesi” olarak görüyorum. Bu, özelleşme sürecinin son halkasıdır. Özelleşme sadece kamu varlıkları ve kamu hizmetleriyle sınırlı kalmayıp, siyasi kararların alınma sürecine de yansıyor ki, böyle bir durum demokrasinin yok edilmesi demektir. Sorun sadece yoksullaşma ve emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarının gaspı meselesi değildir, aynı zamanda demokrasinin biçimsel koşullarının bile ortadan kalkması, siyasi rejimin değişmesi meselesidir. Başbakan sık sık “millet iradesine” gönderme yaparak meşruiyetini seçimlerden aldığını ima ediyor ama aslında sermayedarların dikte ettiği bir programı uyguluyor. Bu program, emekçileri yoksullaştırdığı gibi, onların siyasi haklarını da anlamsızlaştırıyor. Eğer sermayedarlar halk adına karar almaya başlamışlarsa, seçimlerin yapılmasının bir anlamı yoktur. Yasa çıkaran parlamento, sadece bir vitrin haline dönüşmüştür. Böyle bir politikanın uygulanabilmesini sağlayan tek neden ise, emek hareketinin güçsüzlüğüdür.

soL: Baskı politikaları nasıl sürdürülüyor?

Yasemin Özdek: Bugün mahpus nüfusunda dünya çapında bir patlama yaşanıyor, devletler artık eğitime sağlığa değil, yeni hapishanelere yatırım yapıyorlar. Fakat baskı politikaları tarih boyunca hiçbir zaman iktidarların sürekliliğini sağlamaya yeterli gelmemiştir. O yüzden, muktedirler zihniyet dünyamızı da kontrol etmeye yöneliyorlar. Medyanın denetim altında tutulması, bu durumun bir yansıması. Dinsel ideolojilerin yükselmesi de, sınıfsal çelişkiler gibi dünyevi adaletsizliklerin geri planda tutulması bakımından oldukça işlevsel görünüyor. Bu bakımdan, vahşi kapitalizmi geri getiren neoliberal politikalar ile dinsel muhafazakar politikalar arasında gayet mantıklı bir uyum var. Özgür bilimsel bir düşünce ortamında insanların adaletsiz sosyal koşullara razı gelmesini bekleyemezsiniz.

Prof. Dr. YASEMİN ÖZDEK
Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden. 1990-2005 arasında Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. 2005’ten bu yana Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin Genel Kamu Hukuku Anabilim Dalı’nda profesör olarak görev yapıyor. Çalışmalarında, insan hakları, yoksulluk, devletin dönüşümü, ceza siyaseti, sosyal hak mücadeleleri gibi alanlara ağırlık veriyor.

Türkiye, hiçbir zaman gerçek anlamda bir sosyal devlet olmadı, ancak sosyal devletin bazı unsurları geçmişte az da olsa vardı. Bunlar da son otuz yıldır süren uygulamalarla önemli ölçüde törpülendi. 24 Ocak kararlarıyla başlayan, ilk büyük atılımını ANAP hükümetleri döneminde yapan anti-sosyal politikalar, AKP hükümetleri döneminde son büyük atılımını gerçekleştirdi. AKP’nin “sosyal devlet” uygulaması olarak propagandasını yaptığı onur kırıcı yoksul yardımlarının sosyal devletle bir ilişkisi yoktur.

soL: Merkez kapitalist ülkelerde, özelleştirmeler eşliğinde, haklardan kişisel sorumluluklara doğru bir yönelim saptıyorsunuz ve bunları “bireylerin hakları yerine ödevlerini geçirerek hakları geçersiz kılma girişiminin bir ürünü” olarak görüyorsunuz. “Yeni faşizm” veya “postdemokrasi” de diyebileceğimiz bir yeni baskıcı ortaçağ devleti mi oluşturuluyor? Türkiye de bu sürecin bir parçası mı oldu?

Yasemin Özdek:Gelişmiş kapitalist ülkeler, sosyal devlet sistemlerini büyük ölçüde tasfiye ettiler. Bu süreçte sosyal haklar tırpanlanırken yurttaşların hakları yerine ödevlerine, kişisel sorumluluklarına vurgu yapıldı ve yapılmaya devam ediyor. Bu “kişisel sorumluluk” ideolojisi, yurttaşların artık devletten bir şey beklememelerini, kendi başlarının çaresine bakmalarını empoze eder. Aslında geri gelen şey, vahşi kapitalizmdir. Tabii ki bunun siyasi rejimi de değişik olacaktır, dört dörtlük bir burjuva demokrasisi olmayacaktır. ABD ve Avrupa ülkeleri de dahil olmak üzere, siyasal rejimlerde otoriterleşme olgusunu bugün açıkça gözlemleyebiliyoruz. Fiili bir olağanüstü hal rejimi pek çok ülkede uygulamaya girmiş durumda. Türkiye’deki otoriter rejim de, bu genel eğilime uygun düşüyor. Yürütme güçleniyor, yasama organına hesap vermiyor. Yasalar, parlamentoda bir müzakere süreci içinde çıkarılmıyor. Parlamentoda kabul edilen yasalar, aslında dışarıda hazırlanıyor. Hükümet, yasa yerine kanun hükmünde kararname çıkarmayı tercih ediyor. İktidar giderek yürütmenin en yüksek şefinde toplanıyor ve kişiselleşiyor. Bütün bu olgular, parlamenter demokrasinin kurallarının uygulanmadığının göstergeleridir. Ama bu olgular sadece Türkiye’ye özgü olarak düşünülmemeli, kapitalist ülkelerin zamanımızdaki genel bir eğilimidir.

soL: Türkiye’deki “Yeni Osmanlıcılığın” zaferi, özellikle sosyal haklar alanında, nasıl bir resim veriyor?

Yasemin Özdek: Yeni Osmanlıcılık şimdilik bir retorik. Emperyalizme bağımlılık dış politikada daha açık hale geldikçe, Yeni Osmanlıcı ideolojinin geleceği de pek parlak görünmüyor. AKP hükümetinin sosyal haklar alanında uyguladığı politikalara gelirsek, emek düşmanı bir rejimde sosyal haklardan bahsetme olanağı yoktur. Türkiye’de uygulanan bugünkü ekonomi politikaları, sosyal hakların ihlali üzerine kurulmuştur. Bugün sermaye sosyal hakları üretim maliyetini artıran bir faktör olarak görüyor, hükümet de üretim maliyetlerini düşürmek için emeği ucuzlatmada elinden geleni yapıyor. Hatta, emeği ucuzlatmadaki başarısının reklamını yapıyor. Son dönemde açılan ve Türkiye’yi pazarlayan resmi bir promosyon ajansı var, bu ajansın sitesinde Türkiye’nin işgücü “Türkiye’de ücretler düşük, çalışma saatleri yüksektir” diye küresel sermayeye pazarlanıyor. Şimdi böyle bir anlayışın yönetimde olduğu bir ülkede sosyal haklardan bahsedebilir misiniz? “Türkiye Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı” örneği, hükümetin uyguladığı programın “sermayenin programı”ndan başka bir şey olmadığını gösterir. Emekçilerin ekonomik ve sosyal hakları budanırken, örgütlenmeleri yasaklanırken, muhtaçlara verilen sadakaları “sosyal devlet” diye sunmak, en hafif deyimle bir aldatmacadır.

(soL-Haber Merkezi)