Başkanlık sistemi çok mu matah?

Recep Tayyip Erdoğan'ın Türkiye için hayalindeki model olan 'başkanlık sistemi', yandaşlar tarafından 'istikrar' ve 'demokrasi' aracı olarak pazarlanıyor. Bu modelin en büyük örneği olarak da ABD gösteriliyor. Oysa ABD'deki başkanlık sistemi, yurttaşların gerçek iradesini yansıtmaktan bir hayli uzak.

Dönem dönem Türkiye siyasetinde tartışmaya açılan ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın hayallerinden birisi olan başkanlık sistemi için verilen en somut örnek ABD'deki sistem. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasında geçen ve büyük maddi kampanyalarla bir tür gösteri haline dönüşen ABD başkanlık seçimleri, halk iradesinin sonuçlara yansımaması nedeniyle anti-demokratik olmakla eleştiriliyor.

ABD başkanı zannedildiğinin aksine doğrudan halk tarafından seçilmiyor. Sandık başına giden Amerikan yurttaşları "seçiciler kurulu" (electoral college) denilen bir meclise oy veriyorlar. Her eyaletin büyüklüğüne göre seçiciler kurulunda temsil edilme hakkı var. Her eyalet, 538 kişilik ABD Kongresi'ne kendi sayıları kadar delege gönderiyorlar. Örneğin, Kaliforniya eyaleti 55, Teksas 34, Florida 21 delege oyuna sahipken, Wyoming, Alaska, Güney Dakota gibi eyaletler yalnızca 3 delegeye sahipler. ABD Başkanı olabilmek için, 538 sayının yarısından bir fazla delege oyuna ulaşmak gerekiyor. Bu durumda Teksas (34), Pensilvanya (21), Ohio (20), Kuzey Carolina (15), New York (31), New Jersey (15), Michigan (17), Illinois (21), Georgia (15), Florida (27) ve Kaliforniya (55) gibi 11 eyaleti kazanan aday, geri kalan 39 eyalette kaybetse bile Amerikan başkanı olabiliyor.

Bunun yanı sıra, öteden beri Demokratların kazandığı eyaletler "mavi eyalet", Cumhuriyetçilerin kazandığı eyaletler "kırmızı eyalet" olarak biliniyor. Bunların haricinde kalan eyaletler "salıncak eyalet" (swing state) olarak adlandırılıyor. Bunun anlamı, tarihsel olarak tarafların sürekli kazandığı eyaletlerin dışında kalan yerlerin her seçimde Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında gidip gelmesi. Salıncak eyaletleri alabilen taraflar, genellikle kendi başkan adaylarını seçtirmiş oluyorlar. Bu eyaletler arasında Florida, Ohio ve Pensilvanya yüksek delege sayılarıyla ön plana çıkıyor.

Sistemin tarihi
ABD'de başkanlık seçimleri ilk kez 1789 yılında gerçekleştirildi. İlk seçimlerde 13 eyaletten yalnızca 6'sı kendi delegelerini seçip seçiciler kuruluna gönderebilmişti. Daha sonra Amerika Birleşik Devletleri'ni oluşturan federal devletler, genel oy hakkını yaygınlaştırarak ulusal çapta başkanlık seçimlerine katılma yoluna gittiler.

ABD Anayasası'nın 2. Maddesi'ne göre en yüksek oyu alan aday başkan, ikinci aday ise başkan yardımcısı oluyordun. Bu sistemin yarattığı bir sorun 1800 seçimlerinde yaşandı. Adaylardan Thomas Jefferson ile Aaron Burr eşit delege oyu aldı. Bu seçimlerde çeşitli ayak oyunlarıyla Jefferson başkan seçilirken, daha sonra bu model anayasaya eklenen bir maddeyle değiştirilmiş ve başkanlık ile yardımcılık için verilen oylar ayrılmıştır.

Yine 1824 yılında yapılan seçimlerde, Andrew Jackson çoğunluğu elde etmiş fakat yeter sayıyı sağlayamamıştı. Temsilciler Meclisi'ne giden seçimlerde, Meclis John Quincy Adams'ı başkan olarak seçmişti.

Sistem ne kadar 'demokratik'?
ABD seçim sistemine yönelik en büyük eleştiri seçiciler kuruluna dönük yapılıyor. Örneğin, 2000 yılındaki şaibeli başkanlık seçimlerinde, Demokratların adayı Al Gore, ulusal çapta Cumhuriyetçilerin adayı Gorge W. Bush'tan yarım milyon daha fazla oy almasına rağmen, Florida eyaletinde Bush'a 500 oyla geçilince başkanlığa kaptırmıştı. Yine bir hesaba göre, seçiciler kurulu sistemi sayesinde, ABD seçmenlerinin yalnızca yüzde 21'inin oyunu alabilen bir başkan adayının ABD Başkanı olabileceği söyleniyor.

Başkanlık seçimlerine adaylık söz konusu olduğunda, siyaset "arenası" yalnızca Cumhuriyetçilerden ve Demokratlardan oluşmuyor. Seçimlere Yeşiller, Libertaryanlar ve bağımsız adaylar da katılabiliyor. ABD`de iki partili siyasi yapının oluşmasına yol açan en önemli faktör, uygulanan bu iki dereceli seçim sistemi. Üçüncü bir partinin ülke çapında 270 seçici delege oyu kazanmasının zorluğu, bu adaylara olan rağbeti engelliyor. Bunun yanı sıra, adayların eyaletlerde belirlenme sistemi de başkanlık seçimi gibi doğrudan değil, iki aşamalı. Bu durumda seçmenler zaten kişilere değil, aslında listelere oy vermiş oluyorlar.

Öte yandan seçimlerin her aşamasında partilerin gücü, arkalarındaki maddi kampanyanın büyüklüğü, medyanın etkisi belirleyici olurken, üçüncü bir sesin kuvvetli olarak çıkması neredeyse imkansız hale geliyor.

Başkan adayları, seçim kampanyaları için "bağış" topluyorlar. ABD Başkanı Barack Obama, ön adaylık kampanyası döneminde 235 milyon dolar bağış toplamıştı. Obama'nın seçim döneminde topladığı toplam bağış miktarı ise 670 milyon doları aştı. Hillary Clinton ise, yalnızca Demokratların başkan adayı olabilmek için yaptığı seçim kampanyası için 212 milyon dolar harcadı.Geçtiğimiz sene yapılan ara seçimlerde partilerin harcadığı toplam para miktarının 4,2 milyar doları aştığı tahmin ediliyor. Bağış yapanlar arasında "sıradan yurttaş"lar bulunsa da, esas kavga şirketlerin desteğini almak hususunda patlak veriyor. Bazı tekeller, aynı anda iki adaya birden bağış yapabiliyorlar. Bir adayın topladığı bağış miktarı kime yatırım yapıldığının bir göstergesi olurken, seçimlerin sonuçlarının da öngörülmesini sağlıyor.

(soL - Dış Haberler)