AB'de ayrılıkçılık

Berlin, AB içinde ve dışında ayrılıkçılık silahını kullanmakta ısrarlı, İskoçya ve İrlanda üzerinden ayrılık oyunları önce İspanya’yı vuracak.

Osman Çutsay

Günlük dilde kısaca İngiltere olarak geçen Birleşik Krallık, haziran ayında yapılan ünlü halkoylaması sonucu AB’den çekileceğini açıklayınca (“Brexit”), Avrupa’nın hegemonu Federal Almanya yeni senaryolar peşinde koşmaya başladı. Bütünü (Birleşik Krallık) oluşturan İskoçya, Galler, Kuzey İrlanda gibi parçalarda ciddi olanaklar yattığını bilen Berlin’deki siyaset sınıfı ve özellikle de Başbakan Angela Merkel ve yardımcısı Sigmar Gabriel, yeni durumun aşılması için senaryo arayışı içine girdiler bile. Bu arada, Londra’nın çekilmesiyle doğacak askeri boşluğun açacağı yaraya da çözüm bulmaya çalışıyorlar.

Londra’nın bırakacağı büyük askeri boşluğu kapatmak zorunda olan Berlin’in, AB bünyesinde “küresel görevler” için yeni bir militarizasyona geçişin önünü açmaya çalıştığı gözleniyor. Fakat asıl önemlisi, ayrılıkçılık silahının sadece Doğu Avrupa ve Ortadoğu’da değil, artık AB üyeleri üzerinde de ve galiba yeni koşullarda çok daha yoğun kullanılacağı yolundaki belirtiler. Yeterince girişim var. Ama İspanya başta olmak üzere, AB’de ayrılıkçılık silahından tedirgin olan üye sayısı da çok fazla. Çünkü Almanya ve Avusturya dışında “yüksek etnik homojenlik” AB ülkelerinde tam anlamıyla istisna boyutlarında. Bu, Türkiye sosyalistleri için iki kere daha fazla önemli, çünkü merkezde, yani Almanca konuşulan Avrupa’da on yıllardır çok ciddi bir Türkiye kökenli “halk grubu” da yaşıyor. Bu tür politikaların hem Avrupa’daki insanlarımızı hem de Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmemesi mümkün değil. Peki...

Ne mi oluyor?

İngiltere’nin çiçeği burnunda başbakanı Theresa May, 20 Temmuz’da Berlin’e gelip Almanya Başbakanı Angela Merkel ile görüştü. İki kadın politikacı, İngiltere’nin AB’den ayrılma sürecinin iki ülke arasındaki yoğun ve karmaşık ekonomik ilişkileri zedelememesi için her türlü önlemi alacaklarını bildirdiler. Gerçi bu ayrılık öyküsüne içkin olan ve İngiltere’nin birlikten çekilmesiyle ortaya çıkacak askeri boşluğun da masaya bir biçimde yatırıldığı tahmin ediliyor, ama ilk adımlarda “ayrılığın ekonomileri vurmaması için yumuşatılmasından yana” bir görüş birliği sağlanmış gibi. Almanya’nın, dış dünyadaki en büyük üçüncü pazarı ve en büyük ikinci yatırım ülkesi olan İngiltere’de bazı riskli alanları zorlamadan olan biteni izlemesini, gelişmelerin bu yönde bir etkinliği tetiklememesini kimse beklemiyor.

Nasıl tetiklemesin? Almanya için İngiltere çok önemli. Berlin, İngiltere Başbakanı Theresa May’in ilk ziyaret ettiği başkentlerden biri ve Alman sermayesi adada yaptığı yatırımları ve buraya gerçekleştirdiği ihracatı bir biçimde korumak zorunda. Rakamlar ortada: Büyük Britanya, geçen yıl Almanya’dan 89,3 milyar avroluk ithalat yaptı, ama Almanya’ya ihracatı, yani bu ülkeden Almanya’nın yaptığı ithalat, bunun çok altında kaldı. 2015 yılında Federal Almanya, Büyük Britanya ile dış ticaretinde tam 31 milyar avro “fazla” verdi. Londra, sorunlarının önemli bir bölümünü bu dengesizliğin oluşturduğunu biliyor, halk da hissediyor zaten. Elbette sadece dış ticaret değil...

Şu da var: Alman sermayesinin Büyük Britanya’daki 2 bin 500 şirketi üzerinden gerçekleştirdiği yatırımların tutarı 130 milyar avro. Dolayısıyla bu yoğun ilişkiler ağını tehlikeye düşürecek kadar sert bir kopuşu Berlin’in engellemek istemesi doğal. Merkel ile May’in 20 Temmuz görüşmesinden sonra, Brexit sürecini “iki ülke arasındaki en sıkı ekonomik ilişkileri koruyarak” yönetmeye çalışacakları yolunda demeç vermeleri, sadece iyi niyet bildirimi değil, aslında gelecek sıkıntıların habercisi olarak da yorumlandı ki, haklılık payı büyük. Berlin’in her zaman alttan alacağını iddia etmek zor. Zaten hiç saklamadan tehlikeli girişimlerde bulunuyor. Sermaye, o pazarı bir biçimde korumaya ve gerekirse ayrılıkçılık silahını daha etkin bir biçimde kullanmaya mahkûm...

Berlin’in Londra üzerinde İskoç kartını daha şimdiden oynamaya başladığını ileri sürenlerin sayısı biraz da bu ilişkiler nedeniyle az değil. İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılarak AB üyesi olmasının önü, Berlin tarafından kapatılmıyor. Bu tutum, diplomaside, o kapının açık tutulması anlamına da geliyor. Nitekim AB parlamentosunun sosyal demokrat Başkanı Martin Schulz, İskoçya Başbakanı Nicola Sturgeon görüşmelere başladı bile. Burada İspanya’nın son derecede endişeli olması, hatta telaşını saklamaya gerek bile duymaması dikkat çekti. Madrid, İskoçya’nın AB’ye girme macerasını, kendi bünyesindeki Katalonya ve Bask bölgesinin izleyeceğinden emin. İspanya’nın çözülmemesi mucize olur. Buna Başbakan Merkel’in İrlanda Başbakanı Enda Kenny ile görüşmeleri de eklenince, Londra’nın çevresinin sarıldığı yorumları haklılık kazanmaya başladı. “Berlin, ayrılıkçılık silahını her durumda kendi çıkarları için kullanmaya hazır” diyenlerin sayısı artıyor.

Berlin yalnız değil, arkasında Viyana var: İskoçya’nın Londra’dan kopup Berlin hegemonyasındaki AB’ye üye olma kararına onay verecekler arasında Avusturya Başbakanı Christian Kern de bulunuyor. Kern, sosyal demokrat. Ayrıca bir başka sosyal demokrat, Almanya Başbakan Yardımcısı Sigmar Gabriel de bu ay başında “AB İskoçya’yı, eğer Birleşik Krallık’tan ayrılıp AB’ye girmek isterse, kesinlikle kabul edecektir” diye bir demeç vermişti. Sözünden döndüğü yolunda bir işaret yok.

Bu tutum, AB üyelerinin büyük bölümünü, ama bazılarını hemen ve çok ağır biçimde rahatsız ediyor. Bunların başında da İspanya geliyor. İspanya Başbakanı Mariano Rajoy’un AB’nin İskoç ayrılıkçılarıyla üyelik görüşmeleri yapılmasına kesin karşıtlığı, elbette Katalanların ve Baskların çözülmesinden duyduğu korkuyla bağlantılı. Ama bu korkunun tüm AB üyelerinde şu veya bu ölçülerde olduğu da kesin.

Avrupa’nın hegemon ülkesi ve uyduları dışında, yani Almanca konuşulan dünya dışında tüm AB’de etnik çeşitlilik veya sorun inanılmaz boyutlarda. Bir de yoğun bir şiddette huzursuzluk taşıdığı anlaşılan, mesela Almanya’da 5 milyon civarında bir Müslüman nüfus da var.

Berlin’in kendi çıkarlarını korumak adına kullanacağı, bizde Erdoğan rejiminin şimdi Almanya üzerinde Türkiye kökenli 3 milyonu aşkın insan üzerinden kurmaya çalıştığı “halk grupları” baskısının, tüm dikişleri patlatmasından korkuluyor. Yani Berlin, AB ve çevresinde bu tür “halk grupları” siyasetini abartırsa, kendi içinde de yeni uçurumlar açılabileceğini biliyor. Kendi silahıyla vuruluyor.

Nasıl mı?

Geçen yıl bu sıralarda, 14 Temmuz 2015’te The Irish Times gazetesinde Fintan O’Toole'un, Yunanistan’la ilgili bir analizine uygun gördüğü parlak girişi örnek verebiliriz. O’Toole, “Mafya ile şu andaki Avrupa liderlerinin arasında ne fark var? Mafya sana bir teklif getirir ve sen bu teklifi reddedemezsin. Avrupa liderleri ise sana bir teklif getirir ve sen bu teklifi ne reddedebilirsin ne de kendini parçalamadan kabul edebilirsin” diye yazıyordu.

AB hegemonunun politikaları işte bu teklifi andırıyor. Tamam, ama biz bunu sosyalizm tarihimizden ve “Komünist Manifesto”dan da, yani çok uzun zamanan beri bilmiyor değiliz. Sermaye veya burjuvazi kendi mezar kazıcılarını kendi içinde de üretmek zorunda. Bu arada kendi ayağına da sıkacak. Demokrat AB’nin mafyadan çok daha beter tekliflerin üretim ve dağıtım merkezi olduğunu söyleyen biz değiliz. Kendileri söylüyor ve uyguluyor. Görmek isteyen görüyor.