Karakolda söyleyip mahkemede şaşanlar

Almanya resmi ziyaretinde, Almanya Başbakanı Angela Merkel’le düzenlediği basın toplantısında Türkiye’deki açlık grevlerine dair açıklama yapan Tayyip Erdoğan, seleflerinin izinden giderek, “Şu anda açlık grevi vesaire böyle bir şey yok. Bu da tamamen şovdur” dedi.

Başbakan Erdoğan Almanya ziyaretinde bugün 51. gününe giren açlık grevlerinin "aslında olmadığını" iddia etti. Açıklamasına “Ben bakanımı bizzat cezaevine gönderdim, bunları gitti yerlerinde de izledi. Şu anda zaten yarıdan fazlası dilekçe vermek suretiyle bu işi de bırakmış vaziyetteler “ şeklinde devam eden başbakanın iddiasının aksine, Adalet Bakanı Sadullah Ergin aynı saatlerde, Almanya Adalet Bakanı ile yaptığı görüşmenin ertesinde, 66 cezaevinde 683 kişinin açlık grevinde olduğunu söylüyordu. Hükümet kanadından aynı saatlerde gelen birbirinin zıddı açıklamalara bakıldığında, Adalet Bakanı'nın karakolda söylediği, Başbakan'ın ise mahkemede şaştığı görülüyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “açlık grevi diye bir şey yok” iddiası bir yana, Türkiye’nin pek çok yerinden grevcilere destek adına dönüşümlü açlık grevi haberleri geliyor. Son olarak Boğaziçi ve Galatasaray Üniversitesi öğrencileri de ODTÜ ve Ankara Üniversitesi öğrencilerinin ardından açlık grevine başladılar.

TTB: Kritik eşik aşıldı…
12 Eylül’de başlayan açlık grevleri 50. gününü aşarken, kritik döneme de girilmiş bulunuluyor. Türk Tabipleri Birliği ve İstanbul Tabip Odası tarafından yapılan açıklamada, 12 Eylül tarihinden bu yana süren açlık grevlerini artık ölüm orucu olarak değerlendirmek gerektiği, gelinen gün itibariyle cezaevlerinde yürüyen bu eylemin endişe verici boyutlara ulaştığı ifade edildi.

TTB adına yapılan açıklamada Prof. Dr. Özdemir Aktan, açlık grevi yürüten kişinin bir hasta olarak algılanması gerektiğini, böyle bir hastanın da günlük olarak 2 litre su, 2 gram tuz, 150-200 gram kadar şeker ve yeteri kadar da B vitaminine ihtiyacı olduğunu, bu ihtiyaçları da uygun koşul ve şartlarda vermek gerektiğini belirtti.

Açlık grevlerinin kritik evrelerinde maruz kalınan B1 vitamini eksikliği sonunda Wernicke Korsakoff sendromu gelişiyor ve kişide kalıcı nörolojik hasarlara yol açıyor.

Öte yandan Adalet Bakanlığı Müsteşarlığı’ndan yapılan açıklamada devletin müdahale yetkisi olduğuna dikkat çekilmiş, yaşamsal tehlike olduğu zaman devletin müdahale hakkı var denmişti. Konuya dair açıklama yapan TTB, “zorla müdahaleye hekimlerin müdahil edilemeyeceğini, ölüm oruçlarının, kişilerin bağımsız kararı ile sürdürdüğü demokratik bir hak kullanımı olduğunu” söyledi.

Dünya Tabipleri Birliği’nin 1975 tarihli Tokyo ve 1991 tarihli Malta Bildirgeleri ile açlık grevlerinde, hekimlerin nasıl tutum alması gerektiği bildiriliyor. Buna göre

- Açlık grevinde olan kişiyle hekim arasında bir hekim hasta ilişkisi vardır hekim herhangi bir hastasıyla girdiği ilişkide olduğu gibi, uygulamasını öneriler ya da tedavi yoluyla yapabilir.

- Bu ilişki, hasta bazı tedavi ve müdahaleleri kabul etmese de sürebilir.

- Bir hekim açlık grevcisinin bakımını üstlendiği andan itibaren o kişi hekimin hastası olur. Bu durumda hasta-hekim ilişkisindeki tüm uygulama ve sorumluluklar, karşılıklı güven ve gizlilik de dahil olmak üzere geçerlidir.

Tüm bunlara rağmen iktidarların hem Türkiye’de hem dünyanın pek çok yerinde açlık grevindekilere yönelik hukuk tanımayan tutumu bilinen bir gerçek olmayı sürdürüyor.

19-20 Aralık 2000’de F tipi cezaevlerine karşı başlatılan ölüm oruçları, “Hayata Dönüş Operasyonu” şeklinde devletin acımasız ironisi ile isimlendirilmiş, operasyonlar 28 tutuklu ve hükümlünün ölümüyle sonuçlanmıştı.

2005 yılında, ABD’nin pek çok kez tutuklulara yapılan işkencelerle gündeme gelen Guantanamo Askeri Hapishanesi’nde, açlık grevi yapan ve sayıları 130’u aşan mahkumun, günde bir saat sandalyeye bağlanıp zorla beslendiği ve yiyecekleri kusmalarının bir intihar girişimi olarak değerlendirilerek engellendiği ortaya çıkmıştı. Tıpkı Almanya’da “açlık grevi yok, şov yapıyorlar” diyen Başbakan Erdoğan gibi, ABD yönetiminin de, bir grevcinin ölmesi halinde yaşanılacak uluslararası etkinin endişeleri dolayısıyla bu müdahaleyi benimsediği uluslararası basında da yer bulmuştu.

Sonuna kadar inkar...
Son 1 haftadır hükümet cephesinden gelen açıklamaların geneline bakıldığında, devletin inkarcı tutumunun bir süreklilik taşıdığı gözlerden kaçmadı.

Türkiye tarihinde, bir mücadele biçimi olarak açlık grevlerinin pek çok kez gündeme geldiği biliniyor. Donanma Davası’nda yargılanan Nâzım Hikmet, idam edilmelerinden önce Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan da açlık grevi yapmışlardı.

1984’de cezaevlerindeki koşullar dolayısıyla açlık grevine başlayanlardan 4 mahkumun ölümünü, 1996’da Mehmet Ağar’ın eseri cezaevleri genelgesini protesto eden 10 mahkumun ölümü ve 2000 yılındaki "Hayata Dönüş" Operasyonu izledi.

Bu süreçlerin tümünde iktidarlar, grevcilerin gizli gizli yediklerini iddia etmekten vazgeçmediler.

“Kantinten yemek stoklamışlar. Gizli gizli yiyorlar, numara yapıyorlar" diyen ve 1996’da Adalet Bakanlığı koltuğunda oturan Şevket Kazan, 2000’de “gizli gizli yiyorlar, hepsi sapasağlam” şeklinde açıklama yapan Sadettin Tantan ve dün Akit ve Sabah gazetesinin manşetine çıkan ve açlık grevlerinden önce çekildiği anlaşılan kuzu kebap fotoğraflarını da gündeme getirerek “şov yapıyorlar” diyen Başbakan Erdoğan aynı geleneği temsil ediyorlar. Bu tablo, iktidarın sahiplerinin yetiştiği kindar ve rövanşist geleneği anlamak ve Türkiye’deki iktidarların tarihsel sürekliliğini göstermesi bakımından önemli görünüyor.

Devlete şantaj yapılmaz diyen Başbakan Erdoğan, inkarcı tutumunda diretmekte kararlı olursa, seleflerinin sebep olduğu insanlık suçuna dahil bir siyasetçi olarak tarihe geçme ihtimali taşıyor.

(soL-Haber Merkezi)