AB özerkliği neden özendiriyor?

Diyarbakır'da toplanan BDP'li yerel yöneticiler, "demokratik özerklik projesini" kabul ederken bunu Avrupa Konseyi "Yerel Yönetimler Özerklik Şartı"na dayandırdılar. Ancak Avrupa Konseyi'nin, AB'nin teşvik ettiği özerklik projeleri zannedildiği gibi yerel yönetimlerin halka devredilmesi anlamına gelmiyor.

Geçen hafta sonu Diyarbakır’da toplanan BDP’li belediye başkanları ve İl Genel Meclisi üyeleri “Demokratik Özerklik Projesi” ile yerel yönetimlerin eğitim, güvenlik, dış ilişkiler konuları dışında merkezi otoriteden bağımsız olmasını kabul ettiler. BDP “Demokratik Özerlik Projesi’ni Avrupa Konseyi’nin “Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”na dayandırdı. Merkezi yönetimden yeterli kaynak alamayan, belediyecilik hizmetleri iktidarlarca engellenen BDP’li yerel yönetimler, bu politikaların çözümünü ise yerel yönetimlerin özerkliğinde, yani “yerelleşmede” bulduklarını açıkladılar. Ancak BDP’nin projesi için baz aldığı “Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” da dahil olmak üzere yerelleşmenin teşvik edilmesini öngören politikalar iddia edildiği gibi yerel yönetimleri halka devretmeyi değil, sermayeye devretmeyi amaçlıyor. Avrupa Birliği’nin de büyük önem verdiği “yerelleşmenin” pek çok sakıncası bulunuyor.

Kimler “yerelleşme” dayatıyor?

Yerelleşme, 1980 sonrası neo-liberal politikalar kapsamında devletlerin idari ve yerel örgütlenmelerine ilişkin olarak gündeme geldi. Yerelleşmeyi teşvik edenler arasında “Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”nı kabul eden Avrupa Konseyi dışında, Avrupa Birliği, Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı gibi emperyalist kuruluşlar bulunuyor. Bu kuruluşların her biri başta eski sosyalist ülkeler olmak üzere pek çok ülkede yerel yönetim reformu yapılması için hükümetler üzerinde baskı kuruyorlar. Aynı zamanda yerel yönetimlerle ilişkiye geçerek ortak projeler yürütüyorlar. Türkiye’de ise gerek yerel yönetim reformu, gerekse kamu yönetimi reformuyla birlikte gündeme gelen yerelleşme politikaları Avrupa Birliği üyelik sürecinde hız kazandı. Avrupa Birliği’nin yanı sıra Dünya Bankası da Türkiye’de yerelleşme uygulamalarının teşvik edilmesi kapsamında uzman desteği ve mali destek veriyor.

Kamusal hizmetler “kamusal” olmaktan çıkıyor
Yerelleşmenin önemli ayaklarından birini merkezi yönetimin sağlaması gereken hizmetlerin yerel yönetimlere bırakılması oluşturuluyor. Bu hizmetlerin başında her vatandaşa eşit bir biçimde sağlanması gereken eğitim ve sağlık hizmeti geliyor. Yerel yönetimlerin bu hizmetleri devralmasıyla birlikte devletin en önemli konularda “vatandaşa karşı sorumluluğu” büyük oranda ortadan kalkıyor eğitim ve sağlık ise yerellikte ikamet edenlere bedeli karşılığı verilen hizmetler haline geliyor. Bu nedenle kamusal hizmetlerin yerel yönetimlere devredilmesinin ilk sonucu, söz konusu hizmetlerin kamusal niteliklerini yitirerek paralı hale gelmesi oluyor. Öte yandan bu hizmetlerin merkezi bir planlamayla, ülkenin tümündeki ihtiyaçlar gözetilerek üretilmesi gerekirken, yerel yönetimlere devirle birlikte bu da imkansız hale geliyor.

Halka değil sermayeye devir

1980’li yıllarda ve 1990’lı yıllarda merkezi yönetimlere karşı “demokratikleşme” getireceği düşüncesiyle desteklenen yerelleşme politikalarının merkezi yönetimle bağları zayıflayan yerel yönetimleri sermaye ile işbirliği yapmaya ittiği bugün pek çok örnekle birlikte artık yaygın olarak kabul ediliyor. Merkezi yönetimden kaynak aktarımının kesilmesiyle birlikte, pek çok yerel yönetim kendi kaynağını yaratmaya zorlanıyor.

Yerel yönetimlerin kaynak yaratma süreci iki şekilde işliyor. Öncelikle yerel yönetimlerin merkezi yönetimden aldıkları desteğin azalmasıyla birlikte halkı vergilendirme yoluna gitmeleri isteniyor. “Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”nda da yer verilen vergilendirme ile halk alacağı hizmetlere karşılık olarak yerel yönetimlere vergi ödüyor. Ancak pek çok örnekte bu vergiler yerel yönetimlerin giderlerini karşılayamıyor. Bu durumda eğer merkezi idare açığı kapatmıyorsa, hizmetlerin “paralı” hale gelmesi gündeme geliyor. Nitekim yerel yönetimlere devredilen pek çok hizmet “kamusal” niteliğini kaybederek, “yararlanan öder” ilkesiyle paralı hale getiriliyor. Merkezi devletin vatandaşına vermesi gereken hizmetler, yerel düzeye gelindiğinde yerellikte ikamet edeninin aldığı hizmetin bedelini ödemesi gerektiği düşüncesiyle “vatandaşlık hakkı” olmaktan çıkıyor.

Türkiye’de de bugüne kadar belediyelere devredilen ya da uzun süredir zaten belediyeler eliyle verilen kamu hizmetlerinin hızla özelleştirildiği, piyasalaştırıldığı görülüyor hizmet ücretleri artırılıyor. Bunun bir örneği, İstanbul’da ve Ankara’da büyükşehir belediyelerinin verdiği ulaşım hizmetlerine, “fahiş” oranda zam yapmalarıyla yaşanmıştı. Yine belediye doğalgaz, su, ulaşım hizmetlerini veren belediye iştirakleri Türkiye’de en erken “şirketleştirilen” kamu hizmetleri oldu.

Hizmetlerden alınan ücretlerin de yerel yönetim giderlerini karşılayamaması durumunda “borçlanma” yöntemine başvuruluyor. Avrupa Konseyi’nin “Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”nın yerel yönetimlerin finansmanı konusundaki 9. Maddesi incelendiğinde de orada yerel yönetimlerin borçlanmasının önüne açmaya dönük ifadelere yer verildiği görülmektedir. Borçlanma mekanizmasıyla yerel yönetimler bir yandan bankalara borçlandırılırken, bir yandan da uluslararası finans kuruluşlarından borç alarak uluslararası sermayenin yerel yönetimler üzerinde denetim kurmasının yolu açılıyor. Nitekim Türkiye’de de 1986 yılında Merkez Bankası’nın yerel yönetimlere devrettiği kamu kredileri kısılarak yerel yönetimler özellikle uzun dönemli yatırım projeleri için uluslararası finans kuruluşlarından borç bulmaya yönlendirildi. Hesapsız borçlanma şu anda pek çok belediyenin büyük bütçe açıklarıyla karşı karşıya kalmasına yol açmış durumda. Bu durumda yerel yönetimler hem finans çevrelerinin etkisi altında kalıyorlar, hem de başta arsalar olmak üzere yerel yönetimlerin elinde ne var ne yoksa hukuksuz bir biçimde satarak borçlarını kapatma yoluna gidiyorlar.

Sermaye koltuğa oturuyor
Yerelleşme belediyeleri ulusal ya da uluslararası sermaye ile ilişkiye geçmeye zorlarken, sermaye ile daha kurumsal bir işbirliği içerisinde olunması da dayatılıyor. Bunun örneklerinden biri Avrupa Birliği’nin isteğiyle Türkiye’de kurulan Bölgesel Kalkınma Ajansları oldu. İl kademesinin üzerinde bölge yönetimleri olarak yapılandırılan bu ajanslar, atanmış yerel idarecilerle, belediye başkanlarını ve özel sektör şirketlerini yan yana oturtuyorlar. Bu ajanslarda bir araya gelen yerel idare ile sermaye temsilcileri birlikte yatırım kararları alıyorlar, projeler oluşturuyorlar ve başta AB olmak üzere uluslararası kuruluşlardan “fon” taleplerinde bulunuyorlar. Böylece merkezi yönetim atlanarak, sermaye ile birlikte emperyalist ülkeler ya da kuruluşlarla ilişki kurulmasının önü açılıyor.

Bir tür “eyaletleşmeye” yol açarak emperyalizmle entegrasyon sürecini yürütebilmesine olanak tanıyan Bölgesel Kalkınma Ajansları’nın bu fonksiyonu, Trakya belediyelerini bir araya getirerek AB’yle “imtiyazlı ilişkiye” geçtikleri yönündeki haberlerle bir kez daha gündeme gelmişti.

Bölgecilik yaygınlaşıyor
AB’nin Bölgesel Kalkınma Ajansları’nın teşvik ettiği “eyaletleşme” ya da “bölgeseleşme” yerelleşmenin bir diğer sonucu olarak nitelenebilir. Yerelleşme sanıldığı gibi yerel yönetimleri halka yakınlaştıran, yerel ilişkileri demokratikleştiren, demokratik katılımı olanaklı kılan bir biçimde işlemiyor. Çoğu durumda yerel yönetimler gerek siyasi, gerekse mali olarak zayıf durumda oldukları için kendilerine çeşitli yönlerden (etnik, dil, refah seviyesi, vb.) yakın gördükleri diğer yerel yönetimlerle bölgesel işbirlikleri geliştiriyorlar. “Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”nda da yer alan “bölgesel işbirliği” çoğunlukla yerel değerlerin, yerel kimliklerin ülkelerde belirleyici hale gelmesinin önünü açıyor bölgesel ayrımcılığı ve çekişmeleri derinleştiriyor.

Bu sürecin bir diğer olumsuz etkisi ise, daha fazla vurgulanmaya başlayan yerel ya da bölgesel kimliklerle birlikte vatandaşlığın yerini “dar bölgeciliğin”, cemaatleşmenin ve gericiliğin alması tehlikesi. Böylece toplumsal ilişkiler bir yandan piyasacılık ile kirlenirken diğer yandan cemaatleşmeyle kirleniyor. Piyasacılığın ve cemaatleşmenin birbirini beslediği bir süreç ise doğal olarak demokratikleşmenin önünü açmıyor.

Eşitsizlikler artıyor
Yerelleşmenin ve onun bir ürünü olan bölgeselleşmenin en önemli sakıncalarından biri ise eşitsizliklerin giderek derinleşmesine yol açması. Kaynakları bol olan, gelir yaratabilen, belli bir refah seviyesini tutturabilen yerel birimler ya da bölgelerle ülkenin geri kalanı arasında açılan uçurum hem aynı ülke vatandaşlarının farklı yaşam seviyelerine sahip olmasını meşrulaştırıyor hem de refah seviyesi farklılaşan nüfus grupları arasındaki düşmanlıkları da körüklüyor.

Bugün Avrupa’da bölgesel eşitsizliklerin yarattığı düşmanlığın örneklerini görmek mümkün. Bu örneklerden biri, zengin Kuzey İtalya’nın yoksul Güney’i hor görmesi ve Kuzey’de örgütlenen Kuzey Ligi gibi siyasi oluşumların ülkenin geri kalanının yükünü çekmemek için daha fazla özerklik talep etmeleri. Dil temelli bölgeselleşmenin böldüğü Belçika’da da zengin Flaman bölgesinin daha yoksul Valon bölgesinden gittikçe uzaklaşmasının temelinde dil temelli bölünme kadar, refah seviyesindeki farklılaşmanın da payı var. Nitekim İspanya’nın BASK bölgesinde yaşanan sorunların nedenleri arasında refah seviyesindeki farklılığın önemine dikkat çekiliyor.

Siyaset siyasetsizleştiriliyor
Yerelleşmenin daha fazla demokratikleşme sağlayacağı ve halk katılımını artıracağı tezi de doğruyu yansıtmıyor. Yerelleşmeyle birlikte siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan merkezi iktidarla bağları azalan halkın ülke siyasetine ilgisi de hızla azalıyor. Dar yerel sorunlar ekseninde şekillenen “siyasetin” ülkedeki iktidar mekanizması üzerine baskı yapması, taleplerde bulunması de mümkün olmaktan çıkıyor.

Siyasetin yerel sorunlara hapsolarak “siyasetsizleşmesi” süreciyle birlikte Ankara üzerindeki halk baskısı önemli ölçüde zayıfladığı gibi, yerel yönetimlerin uluslararası bağlantıları nedeniyle ulusüstü mekanizmalar, verdikleri borçlar ve hazırladıkları projelerle halkın günlük yaşamı üzerinde daha fazla etkide bulunma olanağı yakalıyorlar. Öte yandan örneğin AB’nin yerel yönetimler üzerindeki etkisinin artması, Brüksel’de halkın belirleyemeyeceği ya da herhangi bir basınç uygulamayacağı bir yapının halkın günlük yaşamı üzerinde söz söyleyebilmesinin önünü açtığı için de sakıncalı bulunuyor.

(soL-Haber Merkezi)