Kısır döngü

Emrah Kazanır

Blog: Serbest Kürsü

Parçalanan ve savrulan hayatların katili, sevdanın hangi yanı? Çocukluktan beri yaşadıklarımız ve o çocukluktur, yaşadığımız ülkeyi bu hale getiren. Katillik sadece kurşun atılarak olunan bir şey değil. Ülkemizde sudan ucuz olan insan kanı sadece kurşunla akmaz. Sevdanın akıttığı kan her günümüzde. Aile ve öğretmenler, bireylerin düşüncesinin gelişiminde en büyük etkenlerden ikisi.

Cinsiyet ayrımcılığıyla büyütülen çocuklarımız, öğretmenler tarafından da bu ayrıma tabi tutulmaya devam ediyor. Erkeğin büyümesiyle, kadının büyümesi arasındaki fark doğduğu anda başlıyor. Küçük yaşta oturmasını kalkmasını, etek boyunun nerde olması gerektiği öğretiliyor kızlara. Hemen ardından ev işçiliği ona bir doğal meslekmişçesine sunulup “bunlar senin işin” denilerek zorunlu görev dağılımının ortasında buluverir kendini kadınlarımız. Lisede kadın olduğunu ve kendisinin de duygularının olduğunu fark etmeye başladığı anda başlar hayatındaki en zorba, en ağır dayatmalar...

Erteler hayallerini üniversite çağına ve bu çağda kendini ne kadar geliştirebilirse o kadar farkındalıklar kazanır. Hayatı öğrenir. Kariyerini hedeflerken kucağında bulur çocuğunu ve kucağında bulduğu çocukla birlikte sosyal statüye, maaşa pazarlanmıştır hayatı ailesi tarafından... Ailesinden başlamıştır sevdaya karşı olan tutum. Okulda sergilediği davranışlar karşısında “sen bir kızsın, kız gibi davranmasını bil” baskısı altında alır eğitimini. Kendinden, duygularından, en insanca hallerinden uzaklaşmış, yeteneklerini gerçekleştiremeyeceğini kabullenmiş, kasabına aşık olmuş bir “birey” çıkmıştır ortaya.

Diğer tarafta ise geleneklere boyun eğmeyen, sevdası için ölümü göze alan, sosyal statüye, maaşa kendini ne pazarlamış ne de pazarlattırmış kadınlar var: Sol yanındaki umutla başkaldıran yüreği güzel kadınlar da var toplumumuzda... Kadının, kendisine öğretildiği şekilde ‘’naz’’ yapması ve doğasında ‘’naz’’ duygusunun var olduğuna dair gerici bir inanışla, evleneceği erkeğin ailesine ‘’ne koparırsam kâr’’ düşüncesiyle baktığı ‘’düğün alışverişi’’ adetini de unutmamak gerek. Toplumsal kuralları doğduğu andan beri öğrenmeye başlayan ve bu kuralların insancıl olup olmadığını eleştirdiğindeyse baskılara maruz kalan bir gelecek geldi günümüze. Evlilik kurumuna adım atmaya hazırlanan kadına “bir kez evleniyorsun, hiçbir şey içinde kalmasın” masumiyeti altında da kaleyi içten fethetmeye gidilen bir takım taktikler var... Yıllarca sevdasına emek vermiş, kültürel ya da statüden dolayı sevdiğini kaybetmiş, bu acıyla yaşamını devam ettirmeye çalışan bir psikolojiden insanlık için nasıl mücadele etmesi beklenir?

Geleceğimizse, kız arkadaşının giydiği ayakkabıya özenen, kişiliği oturmadan toplumsal kuralları yaşadığı en ağır derslerle öğrenen ve “başını örtmezsen sonunuz Özgecan gibi olur” fetvasıyla bireyleri eğiten öğretmenlerin eline teslim edilmiştir. Evlilik kurumunda kendini var etme güdüsüyle kendisini ezene karşı “erkek çocuk” yaparak babaya veya topluma karşı kalkan almaya çalışan bir annenin sağlıklı bir birey yetiştiremeyeceği gerçeği tüm açıklığıyla duruyor ortada. Buna karşılıksa toplum tarafından değersizleştirilen ve bunun hıncını ailesine horozlanarak içinden atmaya çalışan bilinçsiz bir baba... Bir insanı eşiyle aynı çatı altında tutan bağ ne yazık ki para olmuştur. Memur-memurla, patron-patronla evlendiği ve mülkiyete göre saygınlık kazandığı sağlıksız bir toplumun kapıları tümüyle kapalıdır. Bu saçmalıkların gelişmesindeki neden; aile ve eğitim kurumunun köhneliğidir. Bu köhneliğe toplumu mahkum eden nedense kapitalist yönetimle yönetilen toplumdur.

Köhneliğimizle kendi kendimizi mi yok edeceğiz, yoksa yaşanılır bir ülke için başka bir dünyanın mümkünlüğünü yaratmak için bu acılara son verme adına mücadele mi edeceğiz?

Karar bizim.