Sempati, Antipati ve Ronaldo

Futbol haricinde, uluslararası turnuvalarda ulusal kimliklerin bu kadar öne çıktığı bir başka branş var mıdır? Bir örnekle düşünelim. Yanılgı payı bırakmakla birlikte, yalnızca futbol ve onun arası açılmış kardeşi rugby turnuvalarında karşılaşmalar başlamadan önce ulusal marşlar çalınıyor diyebiliriz. Sanki modern olimpiyat oyunlarının kurgusunda yer alan, ulusal gurur duygusunu savaş alanlarından değil de spor sahalarından devşirilmesini öngören anlayış, günümüzde en çok futbolda hissediliyor. Herhangi bir futbol maçı izlenirken kendiliğinden oluşan bir tarafa meyletme duygusunda da, takımların temsil ettikleri ülkelerin seyredenin indindeki imajı, gönlün hangi yöne kayacağını belirleyen etkenlerden birisi oluyor. Bu durumun en bariz göstergesi, sömürgecilik geçmişi olan ve günümüzde de emperyal heveslerini sürdüren ülkeleri temsil eden takımların mağlubiyetleri ya da, bu ülkelerin gadrine uğramış veya hegemonya mücadelelerine ölçekleri elvermediği için pek katılamamış ülkelerin galibiyetlerinden duyulan küçük mutluluklar.

Bu bir bakıma irrasyonel bir duygu olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak profesyonel spor, insanların yarışmacı duygularının ehlileştirilmesi, bu duyguların kontrollü bir alana akıtılması gibi bir işlev üstlenir. Klişe tabirle, sporda geçmiş düşmanlıkların yeri olmamalıdır. Öte yandan, sahadaki oyunculara yönelmediği ve yine spor düzleminde değerlendirildiği sürece, gelişmekte olan ülkelerden devşirilen sporcularla gelişmiş ülkelerin kendi ulusal kimliklerini tazelemesine de eleştirel bir gözle bakmak son derece doğaldır. Almanya, İngiltere, Fransa, Belçika gibi ülkelerin ulusal takımlarında, uzun yıllardır emek gücü olarak kullandıkları göçmenlerin çocuklarının yer alması, bu ülkeler açısından başarılı entegrasyon öyküleri olarak okunabilir. Buna karşın, gelişmekte olan ülkelerin gözünden bakıldığında, burada da bir sömürü ya da Fidel Castro'nun Kübalı sporcuların kaç(ırıl)maları konusunda söylediği yetenek hırsızlığının bir benzeri sözkonusu değil midir ? Evet, Belçika uzun yıllar sonra keyif veren bir hücum futbolu oynamaktadır ve bunda kuşkusuz, ülkenin kendi üretimi olan spor planlamasının rolü büyüktür. Peki bu spor planlamasının, Lukaku'nun babasının da formasını giydiği eskilerin Zairesi, şimdilerin Demokratik Kongosunda gerçekleştirilememesinde, Belçika'nın bu ülkedeki sömürgeci geçmişinin payı yok mudur ?

Taraflardan birisine bir aidiyetle bağlanmadan izlenen uluslararası maçlarda, gönlün kayacağı takım elbette salt tarihsel süreçlerin süzgecinden geçerek ortaya çıkmaz. Sahadaki ve tribündeki aktörlerin davranışları da bir o kadar, hatta belki daha fazla, belirleyicidir. Bu kadar laftan sonra bu yazıya neden olan soruya gelmem gerekiyor. Bu akşam final oynayacak olan Portekiz'in pek seveni olmamasının nedenleri neler olabilir ? Öncelikle Portekiz, soluğu büyük ölçüde 17. Yüzyılda kesilen bir eski sömürgeci güçtür ve yakın çağların hegemonya savaşlarında pek göze batmamıştır. Bu ülke daha ziyade, güzel şarapları ve turistik yerleriyle şirin bir akdeniz ülkesini çağrıştırmaktadır. Böylece tarihsel nedenleri elemiş sayılıp, takımın sahadaki oyununu incelemeye çalışalım. Portekiz turnuva boyunca, orta saha ve savunma sekizlisi ya da dokuzlusunu birlikte hareket ettirmeyi başararak zor gol yiyen, maçların kırılma anlarında da ihtiyaç duyduğu golü bir şekilde atan bir takım görünümündeydi. Böyle bir oyun, futboldan seyirlik heyecan duyan geniş izleyici kitlesini pek etkilemez ve bu ilgisizlik anlaşılabilir. Bununla birlikte, bazı yorumcuların Portekiz'in hiç maç kazanmadan finale ulaştığını söylemek gibi, açıkça yanlış olan yaklaşımlarını anlamak ise mümkün değildir. Ayrıca, turnuvada böyle bir oyunu oynamaya çalışan başka takımları da izledik, dolayısıyla bu da Portekiz etrafında oluşan antipatiyi açıklamıyor. Takımın taraftarlarının da, pek iyi "tribün" yaptıkları söylenemese de, en azından stadyumların civarında ya da içerisindeki taşkınlıklarıyla bilinmediği gerçektir. Geriye oyuncuların davranışları ve evet, Cristiano Ronaldo'nun özellikle Real Madrid yıllarıyla artan sevimsizliği, en olası neden olarak kalıyor.

Hayran sayısı da bir hayli fazla olan Ronaldo, bunu umursamasından bağımsız olarak, kendisine yönelen bu antipatiyi hak ediyor mu ? Kendini beğenmiş olduğu ve bunu göstermekten çekinmediği de aşikar. Hatta bu gösterişi diğer kendini beğenmişlerde pek görülmediği biçimde, vücudunu öne çıkararak yaptığı da oluyor. Hiç kimsenin oynamadığı kadar çok sayıda reklamda oynayarak ve sezon içerisinde yaklaşık 50 maçta televizyonda arz-ı endam eden birisi olarak, yüzünü eskittiği de rahatlıkla söylenebilir. Kendini beğenmişlik pek hoş görülen bir tutum değildir. Buna karşın, spor aleminin geçmişi ve bugününde en az Ronaldo kadar burnu havada olan insanlarla doludur. Sözgelimi, bir televizyon programında bir spor gazetecisine hakaret yağdıran, tribündeki bir taraftara uçan tekme atan Eric Cantona'nın bu davranışları, onun değerini düşürmemekle kalmamış, Fransız yıldızın bir futbol efsanesine dönüşmesine yardımcı olmuştur. Ronaldo'nun Cantona'dan eksiği entellektüel olmayışı ya da sonradan görmeliği midir, kesin bir kanıya varılamaz. Ne olursa olsun, 15 yıla yaklaşmakta olan kariyeri boyunca hep en üst seviyede oynamış, son 6 sezonun her birisinde 50'den fazla gol atmış, Avrupa ve Dünya Kupalarını kaçırmamış, fiziksel olarak her daim sağlam kalmayı başarabilmiş bir oyuncu, yeniden bir uluslararası finalde olmayı hak ediyor. 12 yıl önce Yunanistan'a kaybettikleri finalde döktüğü gözyaşları hatırlanırsa, futbol romantiklerinin hoşuna gidecek bir hikayesi de var.