Final Four'u sevmeli mi?

Euroleague yönetimi, Final Four'u Avrupa kulüp basketbolunun büyük gösterisi olarak kurgulamaya devam ediyor. Sezonun en başarılı dört takımının tek maç eleme usulü oynayacağı turnuvayı, bir haftasonu için bir şehirde toplanmasıyla oluşacak atmosferin yaratacağı heyecana odaklanan bu kurgu üzerindeki tartışmalar da sürüyor. Sezonun başlangıcında 24 takım 6'lı gruplara ayrılıyor, bunların sekizi elendikten sonra geride kalan 16 takım, bu kez 2 ayrı grupta deplasmanlı lig usulü oynamaya devam ediyorlar. Çeyrek Finale yükselen sekiz takım, beş maç üzerinden oynanacak eşleşmeleri geçip, Final Four'a yükselmeye çalışıyorlar. Sonuç olarak, Final Four'a arkalarında 27-28 maçlık bir maratonu bırakmış olarak gelen dört takım, sezonun büyük ödülünü almak için, son 2 büyük oyunda kozlarını paylaşıyor.

Son aşamaya kadar, deplasmanlı karşılaşmalar ve serilerle ilerleyen turnuva, şampiyonun belirleneceği dönemeci, son maça iyi hazırlanmış, daha formda olan ve biraz da şansı yaver gidenin insiyatifine bırakıyor. Eleştirenler, bu formatın turnuva sonunda "en iyi" takımı değil, finalde gününde olan takımı belirlediğini öne sürüyorlar; bu eleştirinin temel argümanı da, 2012'de CSKA, 2013 ve '14'e Real Madrid'in, sezonu en iyi takımları olarak finalde kaybetmeleri. Bu perspektiften, yani en iyi takımın taçlandırılması perspektifinden bakılınca tutarlı bir eleştiri. Bu görüşte olanların önemli bir kısmı, basketbolun en büyük organizasyonu NBA olduğuna göre, popülarite ve kalitesini arttırmak isteyen Euroleague'in alması gereken örneğin adresinin de Kuzey Amerika olduğunu savunuyorlar. Bu yaklaşımın da tutarlı olduğunu teslim etmek gerek.

Euroleague'in yürürlükte olan formatının, basketbolun geleneksel lig+play-off usulüyle, uluslararası turnuvaların geleneksel eleme usulünün bir melezi olduğunu söyleyebiliriz. Bu melezliği, yukarıda aktarmaya çalıştığımdan daha farklı bir perspektiften eleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Euroleague yönetimi, formatı belirlemede, NBA ile diğer FIBA turnuvalarından belli ölçülerde etkileniyorlar. NBA etkisinin en çok hissedilir olduğu nokta, zaman zaman alevlenen, Ligin NBA gibi bir "kapalı lige" dönüştürülmesi tartışması. Bir başka deyişle, dikey hareketliliğin oldukça sınırlandığı bir yapı. Aslında Eurolague, bir anlamda zaten kapalı bir lig. Bir kulübün, katılım için verilen A veya B lisanslarından birisini alabilmesi için yerine getirmesi gereken şartlar, UEFA'nın futbol kulüpleri için ileri sürdüğü şartlardan daha katı. Bir örnek vermek gerekirse, Türkiye Basketbol Ligi'ni, Avrupa'nın merkezinden 4 saatten fazla uçuş süresiyle ulaşılabilen bir kentin takımı kazanır ya da, Türkiye Ligini kazanan bu takımın salonu 5.000 koltuk kapasitesinin altında kalırsa, bu takımın Euroleague'de oynayabilmesi için, muhtemelen İstanbul'a ve Abdi İpekçi Spor Salonu'na taşınması gerekiyor.

Daha da önemlisi, Euroleague'in NBA'e daha fazla benzetilmesini savunanlar, bu ligin bir kıta turnuvası olduğunu ve böyle bir dönüşümün, ülke liglerinin kalitesi ve popülaritesine büyük bir darbe vuracağını, ya önemsemiyor ya da gözden kaçırıyorlar.

Kapalı lig tartışmasını bir tarafa bıraktığımızda, Euroleague'in, ülke ligleri devam ederken daha fazla maç yapılan bir turnuva haline dönüşmesinin önünde ciddi engeller olduğunu görüyoruz. Yukarıda Final Four'a ulaşan bir takımın 27-28 maç yaptığından bahsetmiştik, buna ülke liglerinde oynanan normal sezon maçları, play-off maçları ve kupa maçları eklendiğinde, üst düzey bir Avrupa takımının, bir sezon içerisinde oynadığı maç sayısının 70'in üzerine çıkabildiğini görüyoruz. NBA'de salt normal sezonda ve Avrupa'dan daha kısa sürede, 82 maç yapılıyor ancak bu maç enflasyonu, sonucu önem taşımayan maç sayısını arttırırken, oyuncuların ve koçların "maç seçme"lerine neden oluyor. Sanırım bu maç enflasyonu, özellikle Kuzey Amerika'da, her akşam televizyonda bir "ball game" olmasını dayatan ticari anlayışın sonucu.

Euroleague yarı finalleri ve finalinin, tek maç olarak bırakılmasında başka bir yarar olduğunu da düşünüyorum. Yukarıda bu formata yönelik eleştirilerin, turnuvanın en iyi takımı belirlemesi gerektiği inancından esinlendiğini belirtmiştim. Bu aslında, "şampiyon olan, en iyi takım mıdır?" sorusunu da içeren ve her defasında yeni şeyler söylenebilecek olan oldukça eski bir tartışmadır. Bana kalırsa tek ayaklı finaller, favori olmayan takımların, yüksek performans gösterilen bir maçın ardından zafere ulaşmalarına fırsat sunmakta kalmayıp, en iyi olanın gerçekten ne olduğuna ilişkin felsefi bir tartışmaya da kapı aralar. Cuma akşamı oynanan CSKA Moskova-Olympiakos yarı finalini düşünelim. Üç yıl önce İstanbul'da olduğu gibi, Madrid'deki maçtan önce de, CSKA'nın hücum gücü daha yüksek ve alternatifli bir kadrosu olduğu ve Olympiakos karşısında favori olduğu herkes tarafından kabul ediliyordu. Buna rağmen Olympiakos, maçın genelinde rakibini geriden takip etmesine ve tartışmasız lider Spanoulis'in, son 3 dakikaya kadar hiç basket atamamasına rağmen, yine Spanoulis'in mucizevi üçlükleriyle kazanmayı başardı. İyi olmak, sezonun genelinde iyi savunma yapıp, bir plan çerçevesinde hücum ederek iyi oynamak olduğu kadar, karar anlarında gereken konsantrasyonu, heyecanı ve aklı korumayı da içeriyor. Final maçları da bu niteliklerin sergilendiği sahneler olmaya devam ediyor.