Urfa’dan

Ezgi’ye, Cem’e, Gürkan’a sevgilerimle

Acının da toprakları varmış. Bir kez daha anladım. Savaş yok buralarda sözüm ona ama korkusu her yerde. Bir haftadır Akçakale’deyim. Şu Suriye tarafından atıldığı iddia edilen havan mermisinin beş kişinin ölümüne yol açtığı Akçakale’de..

Abartılı gelebilir ama lütfen inanılsın, çocuklar gök gürlemesini bomba sanıp uykularından ağlayarak fırlıyorlarmış. Birilerinin gece, gündüz gümbürtüsünü duymaktan memnun olacaklarını artık öğrendiğimiz savaşın söylentisi bile ne tür travmalar yaratıyormuş, Akçakale’ye gelip görsün isterdim o savaş heveslileri.

Kürt mü, Türk mü, Arap mı olduğu önemli değil bu toprakların. Buraları yoksul toprağı. Hala. Devasa binaların, rant üzerine kurulduğu belli olan inşaatların varlığına rağmen, yoksulun yanından geçmeyen “bir zenginlik” olsa da, evet, yoksul toprakları buralar. Evet, hala.

Ben, sinemamızın idealist dönemlerinde tüm gerçekliğiyle yansıtılan Urfa bozkırının başı poşulu figürlerini görmekten ötürü çok şaşırdım örneğin. İmaja dayalı şu “modernlik” palavrasının en azından giysilere bulaşmadığını görmenin sevinci de cabası tabii. Ne güzel kız çocukları gördüm. Dini bir kimlikmiş gibi kullanılan türban değildi başlarındaki. Ben saçlarını bin yıllık folklörle kapatan kızları bir Şam’da bir de Urfa’da gördüm.

Nedir bu kadar dertli kılan bu kenti diye bir soran olmuş mudur acaba? Bu kadar güzel, içli, ama asla “iç bayıltmayan” türküleri yakacak neler yaşadılar diye ya da? Hep bura insanı mı yaşadı bunca acıyı diye sorulması da mümkün. Toprağa bağlı emekçinin dramının, aşk, kavuşamama gibi çok rastlanılan temalarla iletilmiş olmasına aldanmamak gerek. Acıların hepsinin kaynağı olan, özellikle feodal kır egemenine yakınma, bu temalarla dile getirilmiş olmalı. Elbette bir aşk coğrafyası da burası ama, tüm acıların ortak adı haline geldiği için hangisinin gerçek aşk türküsü olduğunu anlamak zor.

Ama burası gerçekten bir aşk coğrafyası. Türküdeki sözlere bakar mısınız? “Atma beni ellere, ellere/ Salma beni dillere, dillere/ Ben canım veririm güzelim, şirinim/ Vermem seni ellere ellere". Can, her durumda ilk önce verilen şey gördüğünüz gibi. Yani bu coğrafyada en ucuza giden o.

İşim bittikten sonra çay içeyim dedim. Oturdum Akçakale’nin ortasındaki çay bahçesine. Şeytan mı dürttü nedir, hangi hainse, açtı müziği sonuna kadar. Çay mıydı elimdeki, mey şişesi mi anlayamadım. Uzun zamandır, (annem öldüğünden beri yani) yalnız kalmışlığın acısıyla da baş başayım, sözleri nasıl dokundu türkünün bilseniz. “Seher vakti uyandım/ Uyandıkça ben yandım/ Taş olsaydım erirdim/ Toprak idim dayandım”. Ne yaşadı acaba? Sabaha uyanmanın yanmakla eşanlamlı olduğu acılar ne olabilir? Toprak olup dayanmak, toprağın gücündendir belki ama, "toprağım, zaten erimiştim, o yüzden dayandım" anlamı da çıkabilir pekala. Ben çıkardım en azından.

Gümrük Han diye bir yere gittim. Kaçak tütün cenneti. Gerçeküstü bir mekandaydım. Daracık, küçücük ara sokakları var. Yürüdüm. Birbirlerine karşılıklı olarak o kadar yakın ki dükkanlar, ne konuşulsa duyuyorsunuz. Ne istediyse adam, karşısındaki, “başım üstüne” diye cevap verdi. İstek sahibi adamdan sektirmeden gelen cümle nasıl bir şiirdi öyle? “Başınla var olasın”.

Kalbiyle seven insanlar bunlar belli ki. Yol soruyorsunuz, keşke başka şeyler sorsa da yardımcı olsam dercesine tarif ediyor muhatabınız. Kürtçe, Türkçe, Arapça birbirine girmiş. Hangisinden gelirse dilin ucuna, oradan çıkıyor kelimeler. Üç dilde şakımak, üç dilde acı çekmek, üç dilde gülmek. Tek kalpli, çok dilli insanların coğrafyası burası.

Otoriteden, ağadan beyden umutları yok. Akçakaleliler kendi yağlarıyla kavruluyorlar en azından. Türkünün devamı şöyle :"Seher yeli serindir/ İnme göle derindir/ Ağlama ceylan gözlüm, güzelim, şirinim/ Elbet Allah kerimdir”. Otoriteden, ağadan, beyden umudu olmayanın türküsü elbette böyle olur.

“Ağam”, “başım gözüm üstüne”, “gurbanın olam”, “lafı mı olur?”. Bütün cümlelerde bunlar geçiyor. Her ikramdan sonra ne çıkmışsa ağzınızdan, bunlarla karşılık alıyorsunuz ikram sahibinden. Ötekileştirilen insanlar bunlar işte. İbrahim Tatlıses de dinliyorlar, Murat Göğebakan da. Ötekileştirilenler için pek alicenap bir davranış.

“Beğendin mi ağam memleketimizi?” diye sorunca, dil bu, alışıyor işte: “Gurbanın olam, lafı mı olur begenmemenin” deyiveriyorum. “Aha vallah sen de Urfali olmişsen” diyor gülerek.

“Olurum ağam” diyorum ben de tabii.

“Başım gözüm üstüne”