Toplumsal mücadele içindeki safımı belirlerken en önde gözettiğim ölçüte tıpatıp uyumlu bir yazıyı okuyunca başka ne yapabilirdim?
Bir ortak yazı denemesi
Mesut Odman
Yazı yazmaya başladığımdan beri, demek altmış yıla yakın bir süredir, en çok üzerinde durduğum konulardan birine, daha da önemlisi, toplumsal mücadele içindeki safımı belirlerken en önde gözettiğim ölçüte tıpatıp uyumlu bir yazıyı okuyunca başka ne yapabilirdim? Yazarını tanıyorsam, kendisine ulaşıp kutlamak, ilk akla gelebilecek yollardan biridir herhalde. Bu kutlamayı yazı ile yapmak da bir başka yol olabilir. Bunlar ve daha sonra aklıma gelen yolların hiçbiri beni “kesmedi”; daha düzgün bir dille anlatırsak, bana yeterli görünmedi. Sonunda, özgün yazıdan alacağım cümlelerle kendi ekleyeceklerimi birleştirerek bir tür “ortak yazı” yazabileceğim noktasına geldim. Ama, başlarken, bunu bir korsan yazı olarak görenlerin çıkabileceğini de belirtmeliyim; çünkü, özgün yazının sahibinin ne izni var, hatta ne de haberi… Belki kimilerince densizlik bile sayılabilecek böyle bir rahatlıkla davranmamda, kendimi onun bir okul ağabeyi, bir büyüğü, bir yol arkadaşı saymamın payı var kuşkusuz.
Gamze Yücesan Özdemir’in Pazartesi günü burada yayımlanan “Sosyalizm: Bugün demeyeceksek ne zaman?” başlıklı yazısından söz ediyorum.
Yazının başlarında bir yerde şöyle deniyor: “İçinden geçilen günlerde siyasal iktidarın değişmesi talebinin, demokrasi arayışının siyasal karşılığı vardır ama bu arayışta sosyalizmin karşılığı olamaz diyenler çıkabilir. ‘Sokaklara ve meydanlara çıkan halkı ve gençliği sosyalizm diyerek ürkütmemek gerekir’ diyenler olabilir.”
Sosyalizm dersek, sosyalizm hedefini gösterirsek, kurtuluşun orada olduğunu söylersek birilerini ürkütürüz “kaygısı” bana çok tanıdık geliyor. Çok çok eskiden, aman ha, böyle demekle emperyalizme karşı ittifakımız içinde yer alması gereken milli burjuvaziyi korkuturuz, uyarısı hiç eksik olmazdı. Hatta, böyle kibarca da değil, miting alanlarında, yürüyüş kollarında bizim saflarımızda itiş kakışa bile yol açardı. Daha sonraları, yetmişli yıllara doğru gelindiğinde, gerekçe ya da ürkütülmemesi gerekenler anlatılırken milli burjuvazinin yerini, millilik yakıştırması devam etmekle birlikte, tekeller dışı yahut anti-tekel burjuva kesimleri alır oldu.
Bununla az çok bağlantılı olarak, şöyle bir tartışma da yapardık: Türkiye yarı-feodal, yarı-bağımlı bir ülkedir. Bu durumdan kurtarılması için, bir yandan, feodal kalıntıların sökülüp atılarak kapitalizmin gelişiminin önündeki engellerin yok edilmesini, öte yandan, emperyalizme bağımlılığın ortadan kaldırılmasını hedefleyen, bu milli ve demokratik nitelikleri taşıyan bir devrim aşamasının gerekli olduğu; dolayısıyla, o aşama için zorunlu müttefiklerin sosyalizm talep ya da hedefinden söz edilerek korkutulup, devrim saflarından kaçırılmaması gerektiği öne sürülürdü. Benim de içinde olduğum taraf ise buna karşı çıkarken, ülkemizde kapitalizm belli bir gelişme düzeyine ulaşarak sosyalizm mücadelesinin öncüsü olacak işçi sınıfını yaratmıştır, bizim uğraşmamız gereken ne feodal kalıntıları son kırıntısına kadar temizlemek gibi imkânsız bir işe girişmek ne de kapitalizmin gelişmesini kolaylaştırmaktır türünden argümanlar ileri sürerdik. O arada, kapitalizmin başlangıç tarihini 1453’e kadar götüren, bugünden geçmişe baktığımda bana sevimli görünen aşırılıklar da olurdu.
Gamze’nin yazdıklarıyla bugüne dönersek, “yaşanan olumsuzlukların hepsinin kapitalizmle ilişkisi çok belirginleşmiştir. Halkın yoksullaşması, gelir eşitsizliklerinin dayanılmaz seviyeye ulaşması, işsizlik, güvencesizlik, gençlerin geleceksizliğe mahkum edilmesi, gericilik ve büyük toplumsal baskı. Kapitalizmde gelinen noktada geleneksel ve modern meta-dışı tüm alanlar ve olanaklar tasfiye edilmiştir. Tüm yaşamlar meta biçimi altında ancak parayla erişilebilir konumlara endekslenerek değersizleştirilmiştir. (…) Bugün sosyalizm demeyeceksek ne zaman diyeceğiz?”
“(…) bugün sokaklarda yükselen cumhuriyetçi talepleri ancak sosyalizm ileriye taşıyabilir. Yükselen cumhuriyetçi, halkçı talepler bu topraklardaki sosyalist ve devrimci mücadelenin fideliği olmuştur, dün de bugün de. Memleket genelinde gelir ve gelecek eşitsizliğinden mustarip, gericiliğe karşı duran, cumhuriyet devriminin kazanımlarının yitirilmesine tepki duyan, çocukların eğitimi, gençlerin yarınları ve kadınların hakları konularında kaygıları olanlar sokaktalar. Bu ülkeyi alın teriyle ören emekçiler, uğruna kendini adamış devrimciler, sosyalistler, ülkesini savunan aydınlar, ülkesini terk etmemiş gençler sokaktalar. Bugün sosyalizm demeyeceksek ne zaman?”
Peki, sosyalizm deyince emekçilere, emekçi adayı gençlere ulaşmak çok mu kolaylaşacak?
“(…)sosyalizm dediğimizde halkın ve gençliğin tümüne hemen ulaşamayabiliriz. Ama aslolan, içinden geçtiğimiz günlerde emekçi toplumun özlemlerini geleceğe bağlayacak gerçek bir alternatifi dillendirmekten geri durmamaktır.”
İlk çeyreğini tamamladığımız yeni yüzyılda, sosyalizm derken, tek kurtuluştan söz ederken, gençlerden itirazlar gelmeyecek mi, gelmiyor mu? Kabalaştırılmış bir özetle, “Matah bir şey olsaydı, bir çırpıda yıkılıp gitmezdi!” diyenler çıkmayacak mı, çıkmıyor mu?
Birincisi, pek de öyle “bir çırpıda” olmuş sayılmaz. İkincisi, bilgi ve tecrübe hazinemiz artık çok daha zengindir. Yıkılmıştır, ama arkasında olumlu ve olumsuz öğelerle dolu büyük bir birikim bırakmıştır. Üçüncüsü o çözülüş ile izleyen yıkım olmasaydı, yeryüzünün her yanında şimdiki devrim ve kuruluş mücadelemizin güven veren bir dostu, esaslı bir desteği olurdu kuşkusuz. Ama yıkıldığı için geride bıraktığının bir moloz yığını olduğunu söylemek, ne gerçekçiliğe ne de haktanırlığa uygun düşer.
Sadece çözülüş ve yıkılışın değil, iktidarı alışta, dolayısıyla kuruluşta ortaya çıkan gecikmelerin de aydınlık olacağından kuşku duymadığımız geleceği etkileyen maliyetleriyle karşılaşılacaktır. Hemen aklıma gelen, üstelik çok ağır yük sayılamayacak bir örnekten söz edebilirim: Bizim 1978’de sona eren, “karşı plan” diye adlandırdığımız çalışmamızda ilk beş yıl boyunca yapılacak kamusallaştırma/devletleştirme uygulamaları çok fazla yaygınlaştırılmadan da ekonominin başlıca sektörlerinin kamunun denetimi altına alınabildiği saptanmıştı. Oysa, aradan geçen yaklaşık 45 yıllık azgın özelleştirme dönemi sonunda durumun çok değiştiğini söylemek için istatistiklere bakmak gerekmiyor. O sürenin daha ortalarına yeni gelmişken, demek, kamunun malı olan kuruluşlarımızın eski/yeni para babalarına sunuluşu asıl hızına ulaşmamışken, bizim Yalçın Hoca kendi deyişiyle “gönüllü sürgünü”nden bir çözüm önerisi göndermiş, biz de Hepileri dergisinin Aralık 1997 tarihli sayısında yayımlamıştık. Şöyleydi:
“Toplumun işletmelerini üzerlerine geçiren bu kara para babalarına, bizim açımızdan, bunun bir mülk devri değil, bir irade dışı satış olduğu duyurulmalıdır. İktidarımızın ilk gününde, 24 Ocak 1980 tarihinden itibaren gerçekleşen bu tür zorunlu satışların hepsinin kamuya iade edileceği, paralarının faiziyle geri verileceği, ancak o tarihten beri bu işletmeleri kamu adına kullandıkları kabul edilerek, kârlarının mahsup edileceği ilan edilmelidir. Onlar kamu mallarının sahipleri değil, irademiz dışı, geçici yönetenleridir.”
İlginç bir öneridir. Ama emekçi halkımızın yararları doğrultusunda teknik olarak uygulanabilirliğini geliştirmek için üzerinde çalışılmadığını biliyorum. Çalışılmaya değer olduğu kanısındayım.
Bitirirken bir kez daha Gamze kardeşimin yardımına başvuruyorum:
“Bugün yaşadığımız hayat eşitsiz ve adaletsiz ise önümüzdeki seçenek onun adaletsizliğini düzeltmek değil, yaşadığımız hayatı başka bir hayatla değiştirmektir.”