Türkiye aydınlarının Fransa ile imtihanı

Aracılar: Fransa ve Türkiye arasında düşünce ve sanat elçileri konulu konferans geçtiğimiz hafta Perşembe ve Cuma günleri Ankara Üniversitesi’nde gerçekleşti. Türkiye ve Fransa’dan birçok akademisyenin çok çeşitli sunumlar ile katıldıkları konferans, iki ülke arasındaki karşılıklı ilişkilere dair zengin bir içeriğe sahipti. Benim de bir sunum ile katıldığım bu konferans üzerinde pek çok düşündüğüm ve kendimce analiz etmeye çalıştığım çok yönlü ve karmaşık bir ilişkiye odaklanıyordu. Ben Türkiyeli aydınların Fransa’dan etkilenme biçimleri ve bu etkinin tezahürleri üzerinde durdum.

Fransa, Genç Osmanlılardan ve Jön Türklerden beri Türk aydınının modernleşme, çağdaşlaşma, devrim ve genel olarak nasıl bir toplumsal yaşam sorusunun esin ve özen kaynağı. Tabii o yıllarda az sayıda siyasi sürgünle 1968 yılında Fransa’da okuyan Türkiyeli tam 4 bin 756 öğrenci karşılaştırıldığında, bu etkinin sürekliliği ve artan yoğunluğu da açıktır. Hayatlarının bir kısmında Fransa’da yaşayan Türkiyeli aydınlar, özellikle sol görüşlü olanlar açısından belirleyici olanın üç ana nokta olduğunu düşünüyorum. Bunlardan ilki, Fransız toplumunun laik karakteri ve geleneksel olanın epey bastırıldığı toplumsal yapısı, Türkiye’ye göre daha zengin kamu hayatı ve yüksek ve evrensel kültür olarak da kodlanan ama daha basit değişle düşünce ve kültür hayatındaki canlılık, sol hareketlerin özellikle geçmişteki köklülüğü ve görünürlüğü. Bu üç faktör beğeni, öykünme, tepkisellik, kendi toplumuna dair hoşnutsuzluk üretme, Türkiye’de aynısını arzulama, kendi kültürüne artan vurguyla bir ulusal bilinç üretme ve tabii kendi toplumunda Batı hayranlığı, kopyacı, köksüz, kozmopolit olarak etiketlenme gibi farklı sonuçlar üretmiştir.

Bu sonuçlardan bir tanesi de çok eskilerden beri Fransa kültüründe de temsil olduğu düşünülen uluslararasılık, evrensellik, insancıllık, derinlik vs gibi pozitif değerlerle Türkiye halkında dair özel, hakiki, sahici değerlerin bir bireşimini aramaktır. Ancak Attila İlhan’ın değişiyle bir üst yapı solculuğu olarak da görülen bu eğilim 1970’lerden sonra terk edilmiş ve Türkiye toplumunun kültürel dönüşümünü önceleyen bir sosyal devrim modeli baskın hale gelmiştir. Aslında İlhan’ın kendisi de sentezcidir, Türkiyeli yazarın gerçekçi sanat üretiminin yolunu André Malraux, Louis Aragon gibi Fransız yazarların kendi üzerindeki etkisiyle daha buralı, yerli temaların birlikteliğinde arar. Tabii ki de Türkiyeli yazarların aşırı Batılılaşmaları, kendi ülkelerinin gündemlerinden ise Fransız aydınlarının gündemlerine gömülmeleri gibi tehlikeleri de İlhan, sıkça dile getirir.

Bu konular açısından bir diğer sembolik figür de Sabahattin Eyüboğlu’dur. O da kendince aşırı Frenkleşme aşamasından sonra Anadolu’ya dönüşüyle kendi özüne döner, ulusal kimliğini evrensel ve hümanist değerler eşliğinde yeniden inşa eder. Selahattin Hilav gibi bir diğer figür de bu konularda çok kafa yormuştur, Marksist literatürden kazandırdığı yabancılaşma kavramı gerçek anlamının yanı sıra içinde bulunduğu topluma dair yaşadığı gerilimden de beslenmiş olabilir. Bir ara öğlen rakılarını artırdığında Türkiye’ye dayanabilmesinin tek yolunun rakı olduğunu da söylemiştir. Demir Özlü’nün Paris yıllarını anlattığı ilk dönem eserleri, varoluşçu öyküler Ferit Edgü’nün oradaki bohem yaşamlarına dair anıları da bireyci, aşırı Batılı, küçük burjuva aydını eleştirisine zemin teşkil eder. Onlar da Türkiye’ye döndüklerinde karşılaştıkları gerçeklikle Paris hayatlarının eleştirisine giderler. Kemal Tahir de İlhan gibi Batıcı olarak gördüğü aydınlara bu tür suçlamalar yöneltmekte ustadır.

Tabii ismini verdiğimiz yazarların ortak özelliği solcu olmalarıdır. Muhafazakar kesimlerin bu konudaki özcü, kültürcü eleştirileri ise daha da belirgindir. Solcu aydın stereotipini ülkesinin kültürüne ve dinine uzaklıkla tanımlarlar. Solcu yazarlar da bu suçlamalara karşı sürekli tutum takınmış ve kendilerini daha iyi anlatmaya ve buralı olduklarını sınıfsal, sosyal analizlerle kanıtlamaya çalışmışlardır. Sonuç olarak Türkiye solcu aydınının önemli bir kısmı için tarihinde özellikle Fransa hem bir öykünme alanı ve edindiği deneyimleri ülkesinde yeniden üretme modeli hem de taklitçi, özenti konumuna düşme korkusu da uyandıran bir ötekidir. Bu konular çok mu geçmişte kaldı? Bu sorunlar çok mu aşıldı? Siz ne dersiniz? Bu konuda ara ara yazmaya devam edeceğim. İyi pazarlar dilerim...