Erhan Nalçacı

En nihayet bugün anti-emperyalist olmak sadece Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığına değil, Türkiye’nin emperyalist faaliyetine de karşı olmak anlamına geliyor. 

Akıl eksikliği 5: Türkiye bağımlı mı, yayılmacı bir ülke mi?

Erhan Nalçacı

Sol çevrelerde Türkiye’nin emperyalizme bağımlı az gelişmiş bir kapitalist ülke olduğu tezi çok yaygın. AKP’ye muhalif milliyetçi kanatta da Türkiye’nin borçları yüzünden Düyun u Umumiye’nin eşiğinde olduğunu söyleyenlere çok rastlanıyor.

Öte yandan Türkiye sermaye sınıfı giderek artan yayılmacı bir pozisyon izliyor. En son Erdoğan’ın sözleri yayılmacılığın geldiği noktayı belgelemiş oldu: “Türkiye Türkiye’den daha büyüktür. Millet olarak ufkumuzu 782 bin km kare ile sınırlandıramayız. Türk milleti mukadderatından kaçamaz saklanamaz. Tarihin millet olarak bize yüklediği misyonu görmek ve buna göre hareket etmek mecburiyetindeyiz. Burunların dibini görmekten aciz olanlar bunu anlamayabilir.” 

Türkiye’nin emperyalizme bağımlı mı yoksa kendisi emperyalist bir ülke mi olduğu tartışması olayları metafizik olarak kavramanın ürünüdür. Akıl eksikliği olguları donuk, değişmez ve durağan görür, süreçten koparılmış bu olgu ya aktır ya karadır.

Oysa Türkiye’de sermaye birikimi tarih içinde dünya ile birlikte sürekli bir hareket içindeydi ve ancak sürece yayılan zıtların çelişkisi içinde değerlendirilebilir. O zaman bu olgunun hem bağımlı hem yayılmacı olduğunu kavrayabiliriz.

Osmanlı son dönemini bir yarı-sömürge ülke olarak tamamlamış, Cumhuriyet kurulurken iktisadi kısıtları ve zorlukları devralmıştı. Eğer 1923’te gerçekleşen İktisat Kongresi’ndeki liberal kararlar 1929 sonrası yürürlükte kalsaydı Türkiye büyük olasılıkla çok erken dönemde emperyalizme bağımlı hale gelecekti. Ancak 1933’te başlayan planlı ve devletçiliğe dayalı iktisat politikaları bu zincirin kırılmasını sağladı. Türkiye hızla sanayileşirken emperyalizmin tuzaklarına karşı şerbetli hale geliyordu.

Hikâyeyi hepimiz biliyoruz, 1946 sonrası dünyanın yeni konjonktüründe Türkiye sermaye sınıfı sınıfsal korkuları nedeniyle adeta bağımlılığı tercih etti. Marshall Yardımı ve NATO üyeliği, daha sonra Avrupa Gümrük Birliği anlaşması çok sayıda tuzağı içeriyordu ve Türkiye’yi halen etkileri devam eden bir bağımlılığa mahkûm etti.

30’lu yıllardaki dış ticaret fazlası veren ekonomi 1945 sonrası kronikleşmiş bir cari açığa mahkûm oldu. Cari açık borçlanma ile telafi edilmeye çalışıldıkça Türkiye daha çok sömürüldü ve daha çok bağlandı. Türkiye kapitalizmi gelişse de göreceli olarak yüksek teknoloji üretemeyen orta gelişkinlikte bir kapitalizme seviyesine takıldı. Halen motor üretme kapasitesindeki sınırlılıklar aşılmış değil ve Türkiye Batı emperyalizminin kapısında savaş uçağı almak için bekliyor.

Bu sürecin getirdikleri Türkiye’yi emperyalizme bağımlı bir ülke yapıyor. Cari açık azalma eğilimi gösterse de plansız, kısa vadeli çıkarlara bağlı akılsızlık önemli bir dış borç sorununu günümüze taşıdı. Halen Türkiye’nin dış borcu 500 milyar dolar civarındayken bunun 300 milyar dolar kadar kısmı kısa vadeli borçlar olarak bağımlılık ilişkisini pekiştiriyor.

Öte yandan son 35 yılda ama özellikle AKP döneminde çok önemli bir sermaye birikim dönemi yaşandı.

Öncelikle sermaye yatırımları için kolaylaştırıcı iklimin nasıl yaratıldığına bakmak gerekiyor. İşçi sınıfının örgütsüz ve savunmasız bırakıldığı bu süreçte çok yüksek bir sömürü oranı yaratıldı. Düşük ücretler ve uzun çalışma saatleri, sendikal mücadelenin devre dışı bırakılması, yargının hemen tamamen sermaye yanlısı haline gelmesi sermaye dostu iklimin oluşmasında başlıca faktörlerdi. Çevrenin kirletilmesinin bedelsiz oluşu, vergi indirimleri ve teşvikler bir patronlar cenneti yarattı. Bu durum Türkiye’ye hacimli bir sermaye akımına neden oldu. 2002 yılına kadar sadece 15 milyar dolar civarında dışardan sermaye yatırımı gerçekleşirken, bu rakamın 2003-2023 döneminde 260 milyar doları geçtiği söyleniyor. 

Örneğin, Türkiye’de artık dünyadaki birçok otomotiv tekelinin fabrikası bulunuyor. Bu bir yanıyla bir bağımlılık mekanizmasıdır ama öte yanıyla yayılmacılığın nesnel temellerinden biridir.

Türkiye’de sermaye birikiminin diğer bir yönü ise kamu mallarının, KİT’lerin, liman ve madenlerin, kamu arazilerinin yağmalanması ve sermayeye devriydi. Hemen hemen tamamı AKP döneminde gerçekleşti.

Böylesine bir sermaye birikimi sermaye sınıfını yurtdışı yatırımlara yöneltti. Nasıl Türkiye’de emekçiler için bir sömürü cehennemi sermaye için bir yatırım cenneti yaratıldıysa dünyada da benzer bir süreç işlemişti. 

2024’te yapılan yurtdışı yatırım anketi gerçeği yansıttığı kadarıyla çarpıcı sonuçlara sahip. Türkiye kökenli şirketlerin 130 ülkedeki yatırımları 60 milyar dolara yaklaşıyor 190 bine yakın işçi yurtdışında çalıştırılıyor. Sadece Koç’ların çalıştırdığı 120 bin civarı işçiden dörtte biri yurt dışında bulunuyor. Koçların yatırım alanları Avrupa’yı saymazsak, Güney Afrika ve Mısır’dan Pakistan ve Bangladeş’e kadar uzanıyor.

Böyle bir yurtdışı sermaye yatırımının Türkiye’de devletin yeniden organizasyonuna neden olduğu anlaşılıyor.

Yeni-Osmanlı söylemi çok tuttu ve uluslararası bir tanımlama haline geldi. Bu söylem zamanında Osmanlı İmparatorluğu’nun yayılması, İslamcılığı ve askeri yeteneklerine bir gönderme yaparak Türkiye sermayesinin yayılmacılığına bir meşruiyet kılıfı sağlıyor.

Oysa Osmanlı bir merkezi feodal devletti, toprak fethi ve buna dayanan rant temel sömürü mekanizmasıydı. Şimdi ise bazı fetihçi özelliklere rastlanmasına rağmen temel yayılma mekanizması emperyalizme dayanıyor. Sermaye ihracatı, ücretli emeğin sömürüsü ve buna bağlı sermaye ihraç edilen ülkelerde siyasi hegemonya inşası diye kısaca özetlenebilir.

Aşağıdaki harita Türkiye’nin şu veya bu şekilde asker bulundurduğu ülkeleri gösteriyor.

Türkiye’nin dünyada asker bulundurduğu ülkeleri gösteren harita Türkiye sermayesinin yayılma bölgesi hakkında kabaca da olsa fikir veriyor.

Bu haritaya Türkiye’de son 20 yılda gelişen askeri-sınai kompleksinin silah ihraç ettiği ülkeleri de ilave etmek gerekiyor. Çünkü silah ihracatı ihraç edilen ülkede çoğu kez bir bağımlılık türü yaratıyor.

Yine Türkiye’nin diğer emperyalist devletlerin yaptığı gibi TİKA veya Yunus Emre Vakfı gibi aracı kurumlarla hegemonya insaşına katıldığı görülüyor.

Dolayısıyla Türkiye’yi sadece orta gelişmişlikte bir bağımlı kapitalist ülke olarak görmek büyük bir körlük anlamına geliyor. Türkiye emperyalizme bağımlılığın yanında emperyalist hiyerarşide yükselmeyi hedefleyen bir ülkedir. PPP cinsinden ülkelerin ulusal gelirlerine göre dizildiği sıralamada Türkiye’nin 12. sırada olması bu gerçekle ilgili.

Bu gerçek çok şey söylüyor bize. Türkiye’nin kurtuluşu bağımlılıkla yayılmacılık arasındaki çelişkiye emekçi sınıfların müdahalesiyle gerçekleşecek. Ve böylesine bir zıtların birliği ve çelişkisinin yaratacağı büyük meşruiyet sorunları kaçınılmaz olarak önümüze gelecektir.

En nihayet bugün anti-emperyalist olmak sadece Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığına değil, Türkiye’nin emperyalist faaliyetine de karşı olmak anlamına geliyor.