Asaf Güven Aksel

"Sınıfa! Sosyalizme! İşte böyle kaba sloganlı, kalın bir hattın, tezcanlı sanatı tüttü burnumda bugün, piyasanın, gericiliğin, yılgının boyunduruğundaki ülkemde…"

Uşşak makamının raks ayağına davet

Asaf Güven Aksel

Uygulamada varlığından söz etmek uzun zamandır pek mümkün olmasa da, lafzî hukukun da artık tümüyle bir iktidar sopası haline geldiğinin akıl almaz örnekleriyle her gün şaşkına dönmeye devam ediyoruz. Siyasetin türlü veçheleriyle ablukaya alındığı, traji-komik dava açmalar, kayyımlar, gözaltılar ve tutuklamalarla “mıntıka temizliği”ne sahne olduğu koşullarda “yargı” sopasının ucu, yani “şuyuu vukuundan beter” demeyip açık ifade edersek, faşizmin eli, birkaç gün önce, gazetecilere ve sanatçılara da uzandı. Bu yazının başlangıcı itibariyle son örnek olarak, “OY’una Geldik” filmine, gösterime girmesine bir gün kala tümüyle usulsüz olarak "Eser İşletme Belgesi" verilmedi ve halkla buluşması engellendi. Dahası, buna tepki göstermek için bir araya gelip açıklama yapmak isteyenler de polis müdahalesine uğradı.

“Şaşkına dönme” dediğimiz, bir normal koşullar nostaljisinin dile gelmesi tabii… Bir “pazar yazısı” çerçevesinde, bütün topluma, özelinde de sanatçılara sus işareti yapabilen bir iktidarın nereden cüret bulduğunu düşünürken…

Babam, nadiren geçerdi iki dubleyi, gaz sobamızın yanına çekilmiş formika yemek masamızda. Ama gene de, sofranın mütevazılığına takılmadan, “memik kız” anons edilir, küçük ablam başlardı billûr gibi sesiyle:

akşam oldu, hüzünlendim ben yine / hasret kaldım gözlerinin rengine…

Büyük ablamla ben, ailenin kulaksız gırtlaksız mahçup fertleri olarak, bu nasipsizliğimizi, böyle ağdalı ve adı Sanat mı, Klasik mi tartışmalı, beste ve güftelerden ziyade popun daha basit, zıpla dingirde tarzıyla sulandırıp örterdik. Haliyle masada hiçbir ağırlığımız olmazdı, iyi dinleyici bile sayılmazdık.

Küçük ablam söylerken, daha çok ayak parmaklarının her biriyle ayrı ayrı tuttuğu tempoya şaşarak bakardım da, alkışla bile tempo tutamazdım. Aramızdaki adıyla “memik kız”ı, sesini aldığı annem, sıfatıyla tezat ama rolüyle münasip “şişman kadın” olarak izlerdi, buğulu sesiyle:

siyah ebrûlerin duruben çatma / gamzen okların âşıka atma…

Giderdi böyle. Dersiniz ki, babamın önce çatalın ucuyla ezip oyalanarak ömrünü uzattığı beyaz peynirle rakı yudumladığı sofra değil de, Maksim Aile Gazinosu…

Sonra gelsin, ah, anneme TRT Radyosu izni verilmeyişi, yakın gençlik arkadaşlarının şimdi ünlü ve kadrolu oluşu muhabbeti….

O zamanlar da çocuklar her yıl bir yaş alırlardı, ama beş yaş filan büyürlerdi. Öyleydi. Çok geçmeden, büyük ablamı müzikal kariyersizliğinde yalnız bırakıp, Cem Karaca’ya, Edip Akbayram’a, Selda’ya yönelmiştim. Hemen ardından, âşıklar dönemi gelmişti. Ozan Şah Turna, Şahsenem Bacı, Âşık İhsanî, Emekçi… Sonra… Sonra…

Sonra, o sofrada, küstahça, saraydan düşmüş peçete gibi bıraktığım müzik türünden bazı örneklerde “gerçekçilik” üzerine yazmayı planlayarak “tefekkür eyledim”.

rüzgâr kırdı dalımı / ellerin günahı ne? / ben yitirdim yolumu / yolların günahı ne?

Bir 1 Mayıs’ta kortejin ön pankartını tuttuğumuz sevgili Emin İgüs, “ya,” demişti, “şu sloganlar biraz farklı tempoyla daha etkili atılabilir”. Sonra hemen o an, “Boyun Eğme, Memlekete Sahip Çık”a müzikal bir örnek vermişti. Çok hoşuma gitmişti. Belki hatırlar, belki belleğinden silmiştir. Silmesi daha muhtemel, çünkü beni ne bilsin, beğenmeme ve kalıbıma bakıp, birlikte denemek istemişti. “Yorumum”la da, “boşver” demişti hemen… Kortej ya da sofra, ben… Neyse…

Geçenlerde, “sloganlarımızdaki müzik dozu eksikliği” ve bunun büyük önemi konu olunca, aklıma bu örnek geldi. Ama işte Türkiye burası. Konuya bu örnekle muzipçe gireyim derken, son faşizan manzaraya maruz kalınca, denklem terse döndü zihnimde ve müziğimizde slogan dozu eksikliği öne çıktı, giriş de yönünü şaşırdı böylece.

Ne yani?

Bizim kuşağı her yıl biraz hormonlu büyüten koşullarda, siyasal iklim kadar o koşullarda saflaşan sanat, elbet tiyatro, edebiyat, sinema, mizah rol oynuyordu ama özellikle müziğin payı büyüktü.

Bir politik, ekonomik gelişme, hemen “şarkı” konusu olurdu mesela. 45’likler, kasetler, hızla üretilir, halka somut bir dert anlatır, öneride bulunurdu aklının erdiğince. İktidar siyasetçileriyle dalga geçilen, düzenin çirkinliğine ayna tutan, mücadeleye çağıran  şarkılar.

Müzikalite itibariyle, bugünlerin beğeni düzeyine hitap edebileceği söylenemez kuşkusuz. İçeriği ve niteliği önemseyen kesim için söylüyorum tabii, yoksa “fenomen” Turabi’yi “dinleyen” milyonlarla oksijen paylaşıyoruz.

Şöyle örnek vereyim: 15-16 Haziran büyük işçi eylemine ilk gün 70 bin emekçinin katıldığı yazar tarihte. İkinci gün 150 bin.

Bu eylem üzerine yazılmış bir marş var.  Daha doğrusu, marşa dönüşmüş, yakılmış bir türkü diyelim. Halk ozanlarının, âşıkların, herhangi bir olay karşısında, anında, doğaçlama türkü yakabilme yeteneklerini biliyoruz. Bu yüzden, acaba diyoruz, acaba, “düş değil bu, hayal değil” diye, yani bugün altını kalın kalın çizmemiz gereken bir vurguyla başlayan bu marşı, ne zaman yazdı  Âşık İhsanî, bu türküyü ne zaman yaktı? “Düş değil bu, hayal değil” dizesini, “70 bin dev işçim kalktı yürüdü” dizesi izliyorsa, ilk gün, o anda, henüz sınıf yürürken olabilir mi? Kim bilir, belki de değildir. Ama böyle düşünmekte sakınca mı var?

Bugün sanatın, özelde müziğin politik gündeme refleksif müdahaleden uzaklığının, üretim olanakları ve paylaşım kanallarının elverişliliğine karşın cılızlığına yol açan, kestiremediğimiz nesnel koşulları vardır muhtemelen. Toplumun aşırı üretime ve uyarana maruzluğunda etki edememenin ve göz ardında kalmanın payı da olabilir. Düzenle kavgaya girişecek tavrın mevcut atmosferde zorluğu ve yine düzenin zihinsel kuşatmasının yaygınlığı, ola ki, birincildir. Niteliği ön plana alan üretimin aceleye gelmezliği de, haklı ve tartışma götürmez bir dönemsel farklılıktır.

Bunlar vakıa, ama, politik tavrın sanatta dışa vurumunda eskinin “sözü önceleme” özelliğinin yitimi de önemli bir etken değil mi? İhsanî “şiir”indeki “hehey be hey”den günümüze dize çıkmaz, doğru, ama, coşku geçmez mi? Acaba bu mu kayıp? Bunu farklı, gelişkin ifade etmeyi arayış mı eksik? Dümdüz, estetize edilmeyi bekleyecek, demlenecek zamanı bile olmayan, duygu taşmasına yol açan duruş mu lazım bir de şimdi? Zihnin, emekçi sınıfa özdeş reflekse varışına mı ihtiyaç var bugün?

Söyleyeceğim şeyin daha önce çok kez olduğu gibi bizzat kendimce yanlışlanacağını bilsem de, bugün, koyu bir karanlığın pençesindeki ülkeme soluk vermeye, halkın üzerine çöken karanlığı delmeye çabalayan sanatçılarımın, aydınlarımın emeğine, Brecht’in okumuşu da değil, bir vasıfsız işçinin alın teri kadar duru bir katkı için sınıfın kaba aydını olasım var.

“Siyah Ebrûlerin” okunan sofraya olamazsa da, “Geliyoruz zincirleri kıra kıra hey! / Burjuvanın kafasına vura vura hey!”i yeniden çadırlarda, meydanlarda, üç telli zımbırtıyla ya da senfonik duyma “kaba”lığına dönesim var. Bunun Uşşâk makamının Raks aksağı olup olmadığı “ince”liğine takılmayasım. “Türkiye işçi sınıfına selam!”ın prozodisini anlamayasım var.

Nejat Uygur’un “pek ucuz” oyunlarında, sahneye, “vatandaş”ın mutlaka çıkışı var aklımda bu ara. Ortaoyunu, tuluat, Kavuklu ile Pişekâr… Mesela, şimdi rastlıyor musunuz oyunlarda, skeçlerde, karikatürlerde, zamların kazıkla sembolize edilişine, filesini dolduramayan memur tiplemelerine? Olur da rastlarsanız, “aman, hâlâ bunları aşamadılar, derinliğe varamadılar” tepkisi vermiyor musunuz?  Bu tepki doğrudur, amenna. Ama bu doğru, bazen, bir sorundur…

Karikatür bantlarının içine yamalı pantolonlu yoksulların, şiş göbekli, ağzı purolu patronların giremediği ortam, kurulu düzenin ekonomik temelini temsilin, o zamanın anlayışında resmedilmesinden, teşhirinden kopma değil, bir sosyal, sanatsal incelmişlik, politik derinleşme, “ucuz ve karton klişe”lerden çıkma ortamı olarak da görülebilir elbet. Ama bu sadece biçim sorunu mudur?

“Su kadar yalın saflaşma günleri” der ya Ahmet Erhan, iktidardaki politikacının kazığa oturttuğu vatandaş “ilkel tasviri”, o günlere aittir. Kabadır tabii, ama sağlam ekonomi-politiktir. Bir şeyin, basitçe tekrarlanmasından bıktınız, onları aştınız, diye, o gerçekliğin, güncel resmedilişi, aranmaz mı olur?

Nereye gitti Zeki Beyner’in sırtı küfeli hamalları? Ramiz’in kokonaları? Sokakta artık göremiyorsunuz tabii de, acaba yeni şekilleri ne, Semih Balcıoğlu nasıl çizerdi, merak etmiyor musunuz? “Ofsayt Osman”, şimdi Cem Yılmaz’a malzeme diye, değerli bir eşyanız çalınmış gibi hissetmiyor musunuz? Adile Naşit - Münir Özkul filmlerinin, Şaban’ın “şematik, indirgenmiş karşıtlıklarının, karakter derinliği verilememiş,”liklerinin, hâlâ bu kadar sevilerek izlenmesi, yoksulların nobran paragözlere karşı mücadeleyi kazanmasından ve bunu doğrudan algılanır yapmasından değil de, sırf Yeşilçam filmleri nostaljisinden mi?

Sınıfa! Sosyalizme! İşte böyle kaba sloganlı, kalın bir hattın, tezcanlı sanatı tüttü burnumda bugün, piyasanın, gericiliğin, yılgının boyunduruğundaki ülkemde… Bu tür “sergilemeci ve refleksif” üretimin, devrimci sanatın yüksek nitelik özelliğini ve ihtiyacını zedelemesi riski mi? Daha neler. Sermaye saflarının tüm güçleriyle topluma nüfuz etme çabasındaki sonuç alan propagandif incelmemişliğe, biz uğraşsak, düşemeyiz. Bu hem tarihsel gücümüz, hem ironik güncel sorunumuz belki de… Yanlışsa yanlış…

Menşevik öğrenci, devrim kalkışması günlerinde, “meselenin bu kadar da basit olmadığını, girift yönleri, detaylı düşünülmesi gereken şeyleri” anlatırdı, ya, “bak kardeş, iki sınıf vardır” deyip duran bir işçiye. İşçi, dinler dinler, hep aynı soruyu tekrarlardı hani: “Tamam da, sen kimdensin?” Bu diyalogu, şematize kabalık olarak kabullenecek, eskiden menşeviğe gülerken, şimdi komik unsurun o işçi olduğunu düşünmeye varacak kadar alçaltan bir incelişten çıkasım var. “Bizimle değilsen, onlarlasın demektir!” kadar basitleşesim.

O sofranın kötü dinleyiciliğinden, Klasik Türk Müziği’nde gerçekçilik repertuarı araştıracak kadar terfi etmişken hem de. Cemal Süreya’nın, “en incelmişken ilkel sözcüklerle konuşmak” dediği yerde.

Buğulu, pes bir sesi vardı annemin. O devrimci sınıfa uyarladığımız donanma türküsü gibi, Uşşâk makamıymış evet, “senden ayrılalı cansız diriyim” denilen, söylemeyi en sevdiği şarkı.

öğüttür verdiğim, tut benim sözüm / severim demeye tutmadı yüzüm…