12 Eylül 1980’de solun, sosyalistlerin üzerine yürüyen tankların lojistik desteği kimlikçiliği, sınıfın yerine ikame etmesiydi. 1984’te başlayan, sadece 'ulusal mücadele'nin farklı bir evresi değildi.
Ulusal sorun, ulusal sorun mu?
Asaf Güven Aksel
Aydemir Güler, dünkü yazısında ve önceden de birkaç kez, Kürt sorununa Türkiye solunun yaklaşımı konusunda önemli anımsatmalarda bulunuyor. Tez geliştirme değil anımsatma diyorum, çünkü, Aydemir’in vurguladığı gibi, milliyetçiliğin, liberal kimlikçiliğin, İslamcılık şemsiyesinin ve emperyalizme yanlamanın, üzerini özenle örttüğü ve bir “sahipsizlik” mazeretiyle servis ettiği, bellekten tarih silme operasyonlarının bir parçasına ilişkin itirazı ifade ediyor.
Konuyla ilgili her yazısına başladığımda, kendimi Yeldeğirmeni’nde ana yokuştan heyecanla inerken buluyorum. Koltuğumun altında, hemen havranın oradaki fırından alınmış, karlı, soğuk havaya sıcağıyla direnen üç ekmek, buz kesip kızarmış elimde kırmızı kapaklı, ekmeklerden daha sıcak, kıvrılmış bir derginin üç-beş nüshası. O da ekmek gibi yeni çıkmış, mürekkep kokulu. İniyorum yokuştan, zeytinin çayın ekmeği, arkadaşlarımın dergiyi beklediği kahveye doğru. Niyazi çıkıyor karşıma, onun da elinde aynı dergi. Selamı biraz buruk. “Çok ayıp ettiniz” diyor. Anlıyorum, bizden önce bir çırpıda okumuş nereden bulduysa. Ayıp etmişiz, “hareket”imizin teorik yayın organında. Sitemin naifliği, temizliği, kısa zamana kadar aynı yerde duran yakın dost oluşumuzdan. Ama o Kawa adlı Kürt “hareket”ine geçmiş. Biz ise merakla beklenen sayımızda, “sömürge” tezini sertçe reddetmişiz. “Tartışırız, hele dur bir okuyalım biz de” dememle gülümseyerek ayrılmamız da, bu farklı değerlendirmenin, nihaî açıdan bir çatışmaya, hedef ve görev değişikliğine yol açmaması gerektiğinin karşılıklı kabulünden.
Türk solu demeyip Türkiye solu dememizin belki de milliyet değil sınıf vurgusu açısından, ideolojik bir gösterge olduğunu düşünürken, farklı bir bağlamda da olsa Erhan Nalçacı’nın yine dün, yönelttiği soru geldi aklıma. Türkiye bağımlı mı yayılmacı mı?
Dönemin Kürt sorunu tartışmalarındaki başlıklardan biri de, buna benzerdi. “Sömürge” tezini reddedenler, Türkiye’nin kendisinin emperyalizme yarı-bağımlı (bu terimin dayanağı, siyasal bağımsızlık analizi de ayrı bir tartışma) bir ülke olduğunu, bu yüzden sömürgesi olamayacağını ileri sürerdi, karşı görüş ise buna Portekiz, biraz da İspanya örneğiyle yanıt verirdi. Ne günlerdi!
Konu, aslolarak Türkiye-İran sınırını ilgilendiren, ama “sömürgeleştirme”nin de başlangıcı sayılan Kasr-ı Şirin’in imzalandığı 1639’un öncesinde Osmanlı’nın fetihçi, Asyaî despotik, haraççı, merkezî feodal yapısından ve içindeki beyliklerin durumundan, 1. Dünya Savaşı’ndaki parçalanmaya, oradan Cumhuriyet’e uzanan bütün bir tarihsel dönemin, çok farklı tezleri çarpıştırarak ele alınmasından, “ilk işgal hakkı”nın emperyalizm çağındaki karakter değişimine, o arada Portekiz tarihine kadar uzanırdı böylece.
İşte böyle kapsamlı bir çerçevede, sosyolojiden tarihe, kültürel şekillenmeye, antropolojiden üretim tarzı ve ilişkilerine, örgütlenme modellerine, Türkiye’nin, Avrupa’nın yüzlerce makale, kitap, belgeyle ele alındığı ve siyasal doğrultuya doğrudan etkiyen, dünya görüşüne bağlanan ve sadeleştirdiğinizde, bir ülke sınırları dahilinde görülen bir bölgenin sömürge olup olmadığı gibi çok önemli bir soruya verilen olumlu ya da olumsuz yanıtlardan çok, bu yanıtların nasıl olup da ikincil önemde kalabileceği merak edilir olsa gerek bugün.
Sadece bunu yanıtlayıp bitireyim, çünkü Kürt sorununu tarihsel, güncel ve teorik, siyasal zeminde tartışılması değil amaç burada. Sadece, Aydemir’in Türkiye solunun bu konuda söylediği ve ciddi bir külliyat oluşturan sözü ve emeği olduğu anımsatmasına yakın tarihten küçük bir katkı, bu yazının sınırı.
Emperyalizmin, ulusal kurtuluş savaşları çağı da olması gerçeği, ulusal mücadelelerin dünya devriminin bir parçası olarak oynadığı tarihsel önemdeki rolün, emperyalizmin dünya ölçeğinde bir “parçala/yönet” hamlesiyle farklı bir işlev üstlenmesi de bu sınırın dışında. Lenin”in, “eski biçimlere yeni içeriğin girişi” dediği diyalektik de. Ulusun “iç pazar” olgusu da.
Bahsettiğim dergiyi elimde tutuyorum şimdi. Sanırım konuyla ilgili bölümün başlığı çok şey anlatacaktır. “Ulusal Sorun Ve Devrimci Proletaryanın Tutumu.” Kürt sorununa, marjinal birkaç Kürt siyasal oluşumu ve “Türk solu”nun bu düzlemde güç toplama peşindeki kesimi dışında, hâkim olan benzer yaklaşımdı, bir naif sitemi gülüşmeye çevirebilen. “Milliyetlere göre ayrı örgütlenme”nin değil, ortak örgütlenmenin, milliyet, ulus ekseninde değil “devrimci proletarya” perspektifinde çözüm aramanın tartışma dışılığıydı. Yani, bu kapitalist düzenin yıkılıp sosyalizmin kurulmasına tabiydi, ulusal sorunun çözümü de. Ortak düşman, emperyalizmdi, patronlar sınıfıydı, ağalardı, gericilerdi. Dönemin Kürt halkına özgürlük isteyen sloganları, bir bahşetmenin ya da bir nihaî hedefin değil, kurulacak yeni düzenin unsurlarından birinin ilanıydı.
Proletaryanın sınıf siyasetinin, Kürt ve Türk sosyalistlerinin mihengi olduğu dönemde, “asgari program”, reformlarla çözülemediği görülen feodalitenin “toprağa el koyan ve köylüye dağıtan toprak devrimi”yle tasfiyesiydi; bunun uzantısı olan, ağalık düzeninin ve köleleştirici aşiret yapılarının dağıtılmasıydı; yurttaşlığın eşit ve aydınlık toplum kültürünün hâkim kılınmasıydı.
“Kürt halkı üzerinde tarihsel bir olgu olarak hiç eksilmeyen ve zaman zaman, emperyalizmin, ağalığın, gerici ideolojinin damga vurabildiği “isyan”lara yol açan “ulusal boyunduruk”, kalıcı çözüme, emek sömürüsünün son bulacağı sosyalizmle kavuşabilirdi. Ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı, ortak mücadelenin, ortak iradenin ürünü olabilirdi. 100 sayfalık dergi, tanım konusunda “çok ayıp etse” de, bu çıkarımları getiren sınıf bakışıyla, bu “ayıbı” örtüyordu arkadaşımın gözünde.
Burjuvazinin, patronların kimliğinde belirtilmeyen ulusal tabiyet, işçi-köylü emekçilerde de silikti. İki sınıf vardı bir toplumda sadece, Kürt’üyle, Türk’üyle. Bir sınıfın ülkeye hâkimiyetinde vurulmuş sınıfsal ve ulusal boyunduruk, karşı sınıfın hâkimiyetinde, birlikte kırılırdı o dergiye göre.
Kürt dilinin ve kültürünün, kimliğinin üzerindeki inkârcılığın çok ötesinde olup hiç eksilmeyen baskının, 12 Eylül faşizminde iyice arttığı ve açık işkenceye dönüştüğü dönemi de, bu ortak sınıfsal bakışla karşılayıp göğüsledi Türkiye solu. Diyarbakır Cezaevi’ndeki zulüm, evlerinden sürülen, dışkı yedirilen köylüler, yakılan köyler, toplu mezarlar… Bunlara karşı hep birlikte yakılan isyan ateşi geçmiştir kayıtlara.
Çok sözü, eylemi, canı, kanı vardı ortak devrimci tarihin çok…
12 Eylül 1980’de, solun, sosyalistlerin üzerine yürüyen tankların lojistik desteği, liberalliğin birey ideolojisinden başlayarak, kimlikçiliği, sınıfın yerine ikame etmesiydi. 1984’te “TC”ye karşı bir eylemle başlayan, sadece “ulusal mücadele”nin farklı bir evresi değildi. Artık farklı bir tanım ve yaklaşımdı da yürürlüğe giren.
Paralelinde eşlik eden, ABD’nin “ılımlı yeşil kuşak” projesiydi. Laik devlet, askerî helikopterden Kürt illerine cihad çağrısı içeren pullar saçıyordu.
ABD ve “Batı”nın, kartları çok açıktan yeniden dağıtmasıyla başlayan 1990 sonrası dönem ise, bu ayrışmanın, boynunda peçeteyle masaya oturanlarla, sofranın örtüsünü çekenler arasındaki saflaşmaya varışıydı.
“Devrimci Proletaryanın Ulusal Soruna Bakışı”, Mart 1980 tarihli bir teorik dergi makalesine sıkışıp kalmıştı 12 Eylül ve sonrasının ideolojik hâkimiyetiyle. Bu böyle olunca, ulusal sorundan ibaret bir ulusal sorun, çözümü de buradan aramaya ve yine bir ideolojik deformasyon döneminde, aratmaya başladı.
Sermaye düzeni, feodal aşiret sistemi, emperyalist haritalandırma, “işgal altındaki toprakların ‘özgürleştirici’ işgalleri, dinci gericiliğin birleştirici tarihsel referansları, ulusal sorundan ibaretleşmiş ulusal sorunun, ulusal çözüm ortaklarına dönüşüverdi. Dünün ortak mücadele başlıkları, keskin bir ayrışmanın nişanı oldu.
Ben koltuğumda sıcak somunlarla Yeldeğirmeni yokuşunu inerken, buz kesmiş elimdeki derginin “İçindekiler”inde, UKKTH ile Wilsonculuğun aynılaştırılması; Ulusal sorun ve proletaryanın örgütlenmesi; Ekim Devrimi’nde enternasyonalist çözüm; Emperyalizm çağında burjuvazinin ulusal sorunda iflası; İşçilerin saf milliyetçilikle yozlaştırılması gibi bir dizi başlık vardı. Bolca Marx, Engels, Lenin, Stalin, Rosa..
Ulusların kaderini kimin tayin edeceğini tayin etme hakkı yoktu lûgatimizde.
Periyodik olmayıp “bir ihtiyaç halinde” çıkan derginin her sayısında iki konu olurdu. Bu sayının öbür konusu da “sınıf sendikacılığı”ymış.
Derginin bu sayısını, “sömürge” tezini kabul edip Kawa’ya geçen arkadaşım da okumuştu. Sitem etmişti reddiyemize, gülüşüp ayrılmış, gece yazılamasında buluşmuştuk…
Demem o ki, Kürt sorunu hiç sahipsiz ve çözüm yolsuz olmadı. Sözü vardı Türkiye solunun, tanığım, eylemi vardı, canı.
Bunun bugün, sınıfla, emperyalizmle, Lenin’le, sosyalizmle birlikte unutturulması, tarihin sıfırlanıp “vasallıklar çağı”nın parçasına adapte edilmesi, o kadar kolay değil… Pentagon patentli BOP ve “Üç İsrail” planını, havranın yanındaki fırının buğusu bozar bir gün.
* * *
Çok özür dilerim, ama, sürekli eksildiğimiz ve bu gerçeklikte, sadece gidenlere veda yazabileceğim endişesiyle, aklımdakini bu yazıyla değiştirdim son anda.
Aklımda Hicran vardı. Hicran Aygün. Gazeteci, yazar, can parçası.
Adı: Hicran. Kızı var: Veda. Acı bir özet gibi.
Ben nereye o oraya, çok zor bir hayatı gık demeden peşinde sürükleyip gelen vefalı dostum. Yazamadım. Ama, bir saygı duruşu olsun borçluydum. Özür dilerim, sizden, içimdeki kordan.