Üç kareye borcumuz

Ne yazılır ki artık, bunca yitik üzerine. Söylenecek ne kaldı acıya dair. Söylenmedik bir şey mi var lanet içeren. Söylesek ne, söylemesek ne, öfkemiz yansır mı. Dün Ankara’ydı, evveli tarih boyu... Ne denir ki daha insana, kana, kırılmaya dair...

Onlarcası içinden üç fotoğraf, üç kare var, çok gözün baktığı, çok elin yazdığı. Üç kare. Hem bütün “bugün” kelimelerini tüketen, hem “ya sonra”ya kelimeler üreten.

Muhammet Veysel Atılgan’ın, yaşamdaki 9’uncu sonbaharını göremeyen kocaman, yeşil gözleri, o masum ifadesi bunlardan biri.

Biri, Ali Kitapçı’yı uğurlayan eşi Emel Kitapçı’nın yüzü, duruşu, sardığı oğlu.

Çocuklarıyla vedalaşan anaların ağlayan yüzleri, kalkan yumrukları, üçüncüsü.

Dönüp dönüp bakın, altlarına yazılanlar silinsin, sadece, sadece bakın. “Bugün”ün kelimeleri tükenecek, acı, öfke, hesap sorma kelimeleri uğultuya dönüşecek. “Ya sonra” diyecek hepsi bir kare geçtiğinizde. Ya sonra?

Sonra, silinir mi bu acı, küllenir mi? Yüzleşilebilir mi o üç kareyle, alınır mı hıncı yitiklerin? “Ya sonra”ya bağlı bu. Acıyan içlerden, yanan gözlerden, avuç kanatan tırnaklardan sonrasına. Öfkeden, nefretten sonrasına.

O üç kareyi geriye sarın, başka bir boyuta oturtun.

Minik Veysel, halen bir bilgisayar istiyor olsun annesinden, babası gazetesinin sayfasını çevirirken baksın onlara.

Emel Kitapçı ve bir adı da Siyah olan oğlu, Ali Kitapçı’yı TCDD’deki işinden dönüşünde karşılamak için bir kapı eşiğine geçsinler.

Analar, bir “mürüvvet zılgıtı” için gelmiş olsun bir araya, kına sıksın yumrukları.

Ya sonra?

Sonrası yok bu düzende. O üç karenin yerini bir başka üç kare alacak. Acıyacak yine karedekilerin içleri. Gülüşün kalıcılığı yok bu düzende emekçi halk için, insan için, çocuklar için.

Bir göz, bir çehre, bir yumruk.  Işıldaması, gülmesi, göğü anaforlaması yeni bir hayata, “ya sonra”nın yanıtını nasıl verdiğinize bağlı...

* * *

Bunca acı geldi, fail kim sorusuna, azmettirene, kimin işine yaradığına, hangi planın parçası olduğuna, güvenlik tedbirlerine dayandı ve oradan 1 Kasım “hesaplaşması”na tahvil edildi.

Bunların hepsine yanıtlar da üretildi. Doğrudur, AKP çetesi ve lideri Erdoğan’dır sorumlusu bu yaşananların. Doğrudur, IŞİD denilen taşeron katil sürüsüne işaret ediyor veriler. Doğrudur, artık bu kan emicilerden kurtulmak, alaşağı etmek için tahammül kalmamıştır. Doğrudur, diktatöre teneke çalmalıdır sandık.

Doğrudur, eğer bugün de bir fotoğraf karesiyse.

Ya sonra?

Sonrası, bugünü gibi karmakarışıktır. “Çıkış nasıl bir iktidarla mümkün” sorusuna dolanarak, yaşananlara kül serpmeye açıktır sonrası.

Belki de, soru basit bir yanıta muhtaçtır. Belki de, 1 Kasım, bir parlamento gölgesinde büyüdükçe kötürümleştirmektedir. “Hesapların buzlu suları”dır belki, zihinleri açmazlara iten.

Basit bir yanıt olabilir ihtiyaç. En ilkel analiz.

Siyasal iktidarlar, yürütücüsü oldukları sistemin enstrümanlarıdır. Nasıl bir rejim uygulayacaklarının rotasını, sistem sahiplerinin dümen kırışlarından tümüyle azade belirleyemezler.

Sistem, sermayenin, emperyalizmin çıkarlarına, halkın nasıl yönetileceğine ilişkin, sınıfsal bir olgudur. Siyasal iktidar ve uyguladığı rejim değişkenlik gösterebilir bu olgunun gereklerine göre. Sömürü, mülkiyet, boğazlaşma kalır.

Cumhuriyet tarihinin kesinlikle en açık nefret objesi haline gelmiş olan AKP iktidarı, tıpkı MC gibi, 12 Eylül gibi, ANAP gibi emperyalizm ve sermaye sınıfı güdümlüdür. Sistem içindeki yelpazenin hiçbir partisinin iktidarı, bu sınırı aşan rol üstlenemez.

Ama evet, kapitalizmin yükünü emekçi halka yıkma, toplumsal muhalefetin yükselişi olasılığını yöntemsel araçlarla denetleme noktasında, “faşist diktatörlük”ten “nefes aldıran demokrasi”ye, “azgın gericilik”ten “mütedeyyin”liğe kadar yayılabilirler.

Belki de bütün bu karmaşanın, “kaotik bugün”ün, böyle ilk bakışta çok ilkel, sığ, herkesçe zaten bilinen bir analizle anlaşılması mümkündür. Olur a, “sermaye-emek” kadar basit olduğu için çelişme, farklı arayışlar bir labirente çekmektedir. Devasa bir eksen kayması, parçalardan bütünün görünemez oluşudur belki de ilk ağızda giderilmesi gereken.

Bütün olarak emperyalist sistem, özel olarak Türkiye’deki “rejim”, çıkmazdan kurtuluşun yollarını aramaktadır. Bu uğurda, her yol mübahtır. Peki, uzun zamandır bir “açmaz”dan, sonrasında da “kendini stabil kılacak yollar açabilme yeteneği”nden bahsediyor oluşumuz nedendir?

"Hani ne oldu o restorasyon dediğiniz şeye, bakın çatırdıyor işte iktidar, çözüm üretemiyor” sorusu, bu basit çıkarımla, “bu tükenmez kalemi biri yapıyor da, âlemleri yapan yok mu?” sorusu kadar “derin” kalıyor.

Restorasyon, düzenin kendi alternatiflerine kanalize olmayı zihinlerde kabullenmek ve değişeceği vaadiyle tahkim edilmesine yatmaktır. Değişken ne, esas ne sorusundan uzaklaşmaktır.

Son derece doğal sebeplerle, ülkemizin başına bela edilmiş ölümcül AKP iktidarının devrilemese de tıraşlanmasıyla, gerçekten “nefes alma”ya, “barış”a duyulan yakıcı özlem ve acil ihtiyaç arasındaki bağıntıya bir de bu açıdan bakmak, üstümüze bulaşan kan kurumamışken fazla katı gelebilir. Sonrasına bakılmaksızın bir an önce def edilmeleri için bütün gerekçeler açıkken ve “koşullar olgunlaşmakta”yken, “uzak gelecek fantezisi” gibi durabilir.

Ama bu katılık, “olgunlaşan koşullar”a bakmak, o üç kareye borcumuzdur. Çünkü canımız çok yanıyor, çünkü öfkemiz yakıyor.

Kocaman bir çift yeşil göze, akla gelebilecek bütün duyguları her çizgisinde yansıtan bir insan portresi olan çehreye, o ne yapacağını bilmez, biraz acemi, biraz tedirgin, biraz sahiplenici yumruklardan sızan gözyaşlarına borcumuzdur.

Acılarımızın kaynağını kurutma borcu. Sermaye sınıfına, emperyalizme, gericiliğe karşı topyekûn bir isyanı örgütleme borcu.

Bu melanetlerle en ufak bağı, bir teğet noktası olan hiçbir umuda kapılmamalarını, acılı insanlara, içi yana yana söylemek katılığı borcu.

O üç kareyi, işçi sınıfının, bağımsızlığın, aydınlanmanın, laikliğin mevzisine yerleştirmek, başka bir dünyayı, sömürüsüz, savaşsız, sınırsız ve sınıfsız bir dünyayı kurmanın manivelası yapmak bilinci.

Ve o bilinci ete kemiğe büründürmek üzere örgütlenmek, büyümek için bütün gücünü harcamak azmi.

Düzenin avuntularına kanılmasına meydan vermemek, devrimin, sosyalizmin bayrağını yükseltmek görevi.

İlle 1 Kasım mı, ille seçimler mi? Orak-çekice basılan her mühür, alın sahte parlamenter çıkışlarınızı, alın kan emici düzeninizi başınıza çalın, biz başka âlem isteriz beyanıdır.

Üç kareye borcumuzu ödemenin başka yolu bulunamamıştır tarihte, bulunamayacaktır... Ve “olgunlaşan koşul”, aslolarak bunun habercisidir bugün. Kan denizinin ufkunda...