‘Taktik’lerin sisi dağılırken...

1 Kasım seçiminin olumlu sonuçları da var mı diye bakarsak, ilk sıraya geçmiş olmasını koyabiliriz. 7 Haziran’ı önceleyen günlerden başlayan “seçim süreci” 2 Kasım’a kadar sarkmış, gündemi belirlemişti. Azalarak bitiyor.

Sandık sonuçlarının her yönüyle ve farklı açılardan değerlendirilmesi de, hemen her şey söylenerek, artık yerini var olan tabloya göre mevzilenmeye bırakıyor.

Seçim odaklı uzun bir vaveylanın AKP’nin tek başına iktidara gelişiyle bitmesi, neden olumlu olsun sorusunun yanıtı açık. Artık her şeyi mübah kılan taktiklerden çıkıp siyasal stratejilere ve sınıfsal nirengilere bakabilir, karmaşık formülasyonlardan sadeleştirilmiş duruşlara geçebiliriz. Bulanıklıktan netliğe. En “karamsar” netlik, en “iyimser” bulanıklığa yeğdir.

Hele ki, ortalık duruldukça, bu kavramlar yer değiştirecekse. Tırnak içlerinden çıkartıldığında, iyimserliğin netleştiği, karamsarlığın flulaştığı görülecekse.

Karamsarlıkları nedeniyle kof iyimserliğe kapılanlar silinip, tarih ve toplum bilincinin iyimserliğini hiç elden bırakmayanların yayılan karamsarlığı dağıtacağına inananlar yürüdükçe.

İyimseriz. Seçimlerle birlikte biten, düzen içi arayışlardır çünkü. Karamsarlık sıkışmadır çaresizliğe. İyimserlik insan bilincidir, yüzünü geleceğe dönmedir.

Evet, bunu her seçim sonrasında, hükümetler kurulup gerçek yaşama her dönülüşünde söyleyebilirdik ve söyledik. Bu seferkinin farkı ne? “Hep aynı yave”leri mi tekrarlıyoruz?

Hayır. Nasıl ki, toplumların sınıflara bölünmüşlüğü, tarihin de bunlar arasındaki mücadeleler olduğunun söylenmesi “yave” değil sarsılmaz bir gerçekse, bu gerçeğin tekrarlanması da karşılıksız değildir. Ve Türkiye, bunu anlamaya her zamankinden daha yakındır.

1 Kasım seçimi, düzen içi aktörlerin yaldızlarının dökülmesini hızlandıracak, sınıf gerçeğini, devrim ihtiyacını yüze vuracak gelişmelerin başlangıcıdır.

Bir çırpıda değil elbet, kendiliğinden de değil, ama gerçekleri söylemeye devam ettikçe ve gerçekleri örgütledikçe, mücadeleyi yükselttikçe, bütün bu süreçte dönülüp bakılacak, altında toplanılacak bir bayrak göstermenin önemi, anlaşılacaktır.

Seçim taktiklerinin hummalı gürültüsünde boğulmaya çalışılan bir ses, şimdi ortalığı koyu sessizlik kaplamaya yüz tutmuşken çınlamakta; alaca bulaca renk cümbüşünde bastırılan bir kızıl, şimdi kararmaya başlayan ortalığı aydınlatmaktadır.

Düzen içi arayışların debdebesinden uzakta duran, taktikleri, sandalye aritmetiklerini kaale almayan, kimilerine göre “hep aynı yaveleri tekrarlayan”, ama şimdi anlaşılıyor ki tek başına gerçeğin sözünü söyleyip sınıfın bayrağını yükselten bir partinin varlığıdır iyimserliğin kaynağı.

“Ne olacak ki, iki kere ikinin dört ettiğini söyleyip durursanız haklı çıkarsınız, ama neye yarar, bugünün koşullarında, Erdoğan’ı geriletmek için...” diye başlayan taktikler manzumesiyle farkımız şudur: Bugünün devrimci taktiği, iki kere ikinin dört ettiğini bıkmadan söylemektir. Sosyalizm seçeneğini vurgulama zamanını nurlu ufuklar bekleyişine terk etmeden, ertelemeden. Tam zamanında. Tam bitti denildiği noktada.

Yalın. Kaba. Açık.

Komünist Parti’nin bütün bu süreçteki “taktiği” buydu. Stratejisini apaçık göndere çekmek. “Yağma yok, sosyalizm var” demek.

Toplumun genel eğilimleri içindeki payı bugün ne olursa olsun, kendisini bir alternatif olarak ortaya koymak, bir büyük dönüşümden öte “proje” sunmamak, “sosyalizmden aşağısı kurtarmaz” kararlılığını sulandırmaya izin vermemek dışındaki bütün “taktik”lerin düzenin içinde eriyip gitmek olacağını anlayamayanlar, “iki kere iki dört” demeyi “siyasetsizlik” sandılar.

Anlamadılar, Türkiye’nin bugünkü ihtiyacını. CHP’nin, ille de HDP’nin paçasına sıvanıp AKP’yi, Erdoğan’ı geriletme derdinin, bu düzen yıkılmalı önermesinden daha değerli, daha gerçekçi olamayacağını. Devrimi “demokrasi”yle, sınıfı “halklar”la iğdiş eden liberalizme diz çöküşün, sosyalizmin yolunu karşıdevrim partilerinin açacağına bel bağlama vazgeçişinin “taktik”le örtülemeyeceğini. Birilerinin gerçekleri söylemesinin anlamını. Ülkeyi solsuz bırakmamanın üstleniciliğini. Anlamadılar, taktiklerin, tıpkı tarih gibi “kötü ile daha iyi”den ibaret olmayan analizlerle üretilebileceğini.

“Bu genel doğrudur, şurada dursun, ama bugünün temel görevi...” diye başlayan yüz yıllık asıl “yave”lere sarılanlar, Lenin’in “ne kadar kötü diyalektikçi olduklarını gösterdiler” dediği şeyi yapıp, yine Lenin’in “her türlü uzlaşmayı reddeden sol çocukluk”la polemiğinin canına okuyarak, içerik kavrayışından yoksun kelime tekrarcılarının çaresizliğine düştüler.

Lenin’in “her türlü uzlaşmayı reddeden” bir o kadar analize dayalı taktiğini, belki de çelişki sandılar, zihinlerinden sildiler. Sosyalizmin “karanlık sularda boğulmaya” çalışıldığı, solun ehlileştirildiği, düzenin “iyi”sini “kötü”süne yeğlemenin tek çıkar yol gösterildiği koşullarda, Bolşevizmin ne anlam taşıdığını unuttular.

Şimdi, daha yakın olan yerel seçimlere hazırlıktan başlayarak, hangi düzen partisine su taşımanın daha gerçekçi olduğu hesaplarına girişebilirler. Gericiliğin toplumsal mutabakatlarına meyledebilirler, düzen “sol”unda buluşmaya çağırabilirler, başkanlık pazarlığında pozisyon belirleyebilirler. Peşine takıldıkları düzen partilerinin AKP ile uyum arayışlarına mazeret bulma görevini üstlenebilirler. Komünistlerin aldığı tek bir oyu bile “bir yanlışlık olmalı” öfkesiyle karşılayanlar için perde kapanmıştır. Artık “taktik” örtüsü çekilmiştir, geriye “hep destek, tam destek” kalmıştır.

Bunun bir yansıması da, düzen eşittir Erdoğan algısına kapılmalarıdır. HDP ile AKP  arasında çelişme gördükçe, mesela “başkan olmasını engelledi”den, “demek ki HDP düzen partisi değil” rahatlamasına geçilmesidir. Bu hesapla, ya AKP dışında düzen partisi yoktur ya da düzen içi olup olmamanın AKP ile açıyla değil, programla, siyasetle, ideolojiyle ölçülmesi gerekir. Bu kantara vurmaktan daha ne kadar kaçılabilir? Düzenin bekası ve düzenden pay alma söz konusu olduğunda, AKP ile uzlaşmalarda da ortaklaşılması ne kadar görmezden gelinebilir, kılıf aranabilir?

Evet, seçimler, bir kez daha netleşmeyle bitti. Kapitalizmin karşısında sosyalizm durur netliğiyle. Sınıfa karşı sınıf gerçeğiyle. Şimdi taktikler sussun, stratejiden konuşalım, siyasetten, ideolojiden. Şimdi, “taktik”lerden geriye kalanı görelim...

Burada, ya HDP barajı aşamayaydı, ya MHP de aşamayaydı, ya Erdoğan başkan olaydı, nasıl bir anayasa geliyor türü soruların değiştireceği bir yanıt yoktur: Hiç boyun eğer mi insan!

Komünist Parti, toz duman kaplamış bir ortamda, rüzgâr her yönden düzene doğru eserken, akıntıya karşı bayrak göstermiştir. Umut burada! Çıkış burada! Aldığı oy sayısının artışını nicel olarak hiç önemsemeden, ama, düzen sınırlarına hapsedilmiş umudun kendisine gerçek bir çıkış aramaya başladığı nitel göstergesini çok önemseyerek.

Seçim pusulasında da toplumu alternatifsiz bırakmayarak aldığı parlamenter aldatmacaya ret oylarını, gösterdiği bayrağı ülkenin dört bir yanında dalgalanan bayraklara dönüştürme mücadelesine, örgütlenmeye hız verme çağrısı olarak değerlendirme sorumluluğunu yüklenmiştir.

Burada hemen söyleyelim, Komünist Parti 7 Haziran seçimindeki taban oyunun bile altına düşseydi de, bu değişmezdi. Haliyle, oy adedi üzerinden “sapma” teorileri geliştirenler hiç uğraşmasın, oy saymak değil bir iddiayı sürdürmek üzere var olanların mücadelesinden “standart sapma”yla kopuşlarını belgeleyip durmasın.

Yalnızca AKP’nin, Erdoğan’ın değil, yürütücüsü oldukları düzenin de tek alternatifi vardır ve şimdi bu görülmektedir.

Dünyayı değiştirme umudunu körükleyenler, iyimserdir. Düzen ve eklemlenicileri karalar bağlasın, bizim o lüksümüz yok. İyimseriz, umudu, sosyalizmi, büyük gelecekleri örgütleyeceğiz, devrim yapacağız, dünyayı emeğin kılacağız... Armudun sapı üzümün çöpü başkalarını oyalasın...

* * *

Keşke sadece seçim değil, siyaset de biteydi, o büyük geleceğe ermiş olaydık. Keşke, beynimde Gülten Akın çınlarken, kendimi bunları yazarken bulmayaydım.