Suphi’nin Yürüdüğü Yol

Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmelerinin üzerinden 90 koca yıl geçti. Anıyoruz. Ve daha birkaç ay önce, Türkiye Komünist Partisi 90 yaşına basmıştı. Kutladık. Ya da, TKP’yi kurduktan birkaç ay sonra öldürüldü Mustafa Suphi ve yoldaşları. Bir kutlamayı bir anma izledi 90 yıldır.

Bu kez, bir ihtilal müfrezesi kurduktan hemen sonra, Karadeniz’e gömülen bir insana bakalım istedim. Bir şenlikten bir trajediye gidişin, doğumla ölüm arasındaki kısa zaman diliminde tarihe kaydedilmiş bir tavrın üzerinde duralım.

Neden, nasıl, kim tarafından öldürüldükleri sorusunu bu kez bir yana bırakalım. Öldürüleni anlamaya çalışalım. Unvanından sıyıralım, sadece bir dava adamı sıfatını ele alalım.

90 yıllık bir muammaya, tartışma götürmeyen bir noktadan yaklaşalım.
10 Eylül 1920 ile 28-29 Ocak 1921’i buluşturan doğrultudan: kendini ihtilale adamaktan.

Yahya, Karabekir, Kemal, Hamit… Bıçağı tutan el ve ona talimat veren isim üzerinde durmayalım, bir kez daha o tartışmalara girmeyelim. Şöyle bir genel kabulde buluşalım: Emperyalizme karşı bir ulusal kurtuluş hareketinin figürleri, bunu bir sınıfsal devrim rotasıyla tamamlamak isteyen figürleri ortadan kaldırdı. Burjuva devrimin figürleri, proleter devrimin temsilcilerini yok etti.

Bunun bütün tartışmaya açık yönlerini göz ardı edelim ve kabullenelim. Bu 90 yılın muhasebesini, bu kabullenmenin uzantısı öfkeyle değil de, Suphi’yi ve arkadaşlarını anlamak üzere yapalım, bugün için bir ders daha çıkaralım.

Belki böylece, ne zaman kurtuluş savaşı ve cumhuriyet fikriyat ve eyleminde, tarihsel izdüşüm olarak sosyalistler açısından da bir direnç noktası bulunduğu söylense, bu olaya gönderme yaparak itirazlar yükselmesinin, aslında nasıl bir tavır farkını gösterdiğinin ipuçlarını buluruz.

“Sosyal devrim karşısında Türkiye Komünist Partisi’ne düşen görevi, yağmacı emperyalizmin bütün baskılarına rağmen ayaklanıp varlıklarını ispat eden Anadolu isyancılarına ve isyancıları temsil eden Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne samimiyetle yardım etmek ve Anadolu’daki bu hareketi, Doğu’nun diğer ezilen ve uygar ulus ve hükümetlerince alınacak bir örnek olarak göstermekle özetleyebiliriz.”

Mustafa Suphi, bunları söylerken, Kemalist hareketin sınıfsal niteliğinin farkındaydı elbet. Bağımsızlık ve cumhuriyet kalkışmasına omuz vermenin, bu gerçeğin üzerinden atlamak olmadığını, aslolanın “bir sosyal devrimi işçi ve köylülerin teşkilatlanmasıyla varılması gereken asıl hedefe yöneltmek”le bu “samimi yardım” arasındaki bağı kurmak gerektiğini o kadar çok söylemişti ki, bunun aksini göstermeye çabalayan bütün karaçalmaların hiçbir hükmü yoktu. Ne aldatılmıştı Suphi ve yoldaşları, ne boş umuda kapılmıştı. Ne sınıfsal analizi aşan bir beklentileri vardı, ne “aşamalar” yanılgıları. Bunlar, tarihe 90 yıl sonrasından dönüp bakanların tarihsel kavrayıştan yoksunluğunun ürünü tezlerdir. Ve tabii, “adanmışlık” kavramının berhava oluşunun göstergesidir.

“Türkiye’de milli müdafaa şeklinde başgösteren başkaldırmaya, ortak düşman tarafından bu hareketin söndürülmesine imkan vermemek için her türlü yardımı, bu yardım tutucu milliyetçilere bile olsa, tarihin bize yüklediği bir görev olarak biliyoruz.”

Bunları, bir tarihsel dönemde komünistler ne tavır almış, bir mücadeleyi ve hedeflerini nasıl tanımlamış gibi, bugün de süren bir tartışmada kullanılsın diye alıntılamıyorum. Başta da söylediğim gibi, bunlar sadece, Mustafa Suphi’yi ve yoldaşlarını ülkelerine doğru yola çıkartan ve katledilmeleriyle sonuçlanan girişimde, bir “safdillik” arayanlara, yapılanın bilinçli bir seçim olduğunu göstermek içindir.

Bugün, olayı sadece “öldürüldüler” noktasından ele alarak, üzerine tahliller inşa etmeye çalışanlara, “öldürülme ihtimali”ni elde bir sayan adanmışlığı anlatmaktan ibarettir çerçevemiz.

Türkiye Komünist Partisi’nin halka bir borcu var diyordu Mustafa Suphi. Bir zorunluluğu var. Elde silah, yağmacıyla savaşan yoksulların yanında olmak. Tebadan ulusa geçişin sosyal düzenlemelerine olabildiğince yön vermeye çalışmak. Bütün tutarsızlığına, sınıfsal karakterine ve yarın teslim olma olasılığının yüksekliğine karşın, bu hareketin önderliğine destek vermek.

Bütün bunları bile bile, bir riski göze alarak, üstelik de kendisini bekleyen bir proleter ihtilalinin uzaklığının farkında, yapılan bütün uyarılara karşın, 15’leri bir teknede öldürülmeye götüren şey nedir? Bu sorunun yanıtı, bütün o sosyal hareketin bileşenlerini analizden, bir tarih dilimini nasıl gördüğünüzden daha önemli olabilir mi?

Haydi kabullenelim, Mustafa Suphi’yi, dönemin TKP’sini, Komintern’i, “pragmatist” Sovyet devrimcilerini, yanılmış kabul edelim. Proleter bakış açısını yitirmiş ya da diplomasi adına rafa kaldırmış sayalım. Hadi, şu tarihsel gelişme gördüğümüz kurtuluş savaşı ve cumhuriyet analizimiz, burjuva bakışla zedelenmişlikten gelsin diyelim.

Adanmışlık, kaya gibi orta yerde duracaktır gene de.

“Gitme kal yiğidim bu gece…” diye başlayıp bütün hain pusu, karanlık tertip olasılıkları sayılır Ataol Behramoğlu’nun Mustafa Suphi Destanı’nda. 90’ıncı yılda, bütün tartışmaların uzağında, Suphi ve arkadaşlarının yanıtı kalsın bize: “Durmak olmaz ki bir kez / Halk için çıktın mı yola / Demiri tavında dövmek gerek / Ucunda ölüm bile olsa…”

Hayır, bundan muradımız, “ölümü göze alan devrimci” kadar düz anlamlı ve çok örnekli bir olgunun yinelenmesi değil. Demiri tavında dövmekteki derinlik!

Şu: Kendisini, temsil ettiklerini ortadan kaldırmaya yöneleceğini, yarın boğazlaşacağını bildiği bir önderliğe, tarihsel misyonunu analiz ederek, yardıma gitmek üzere ölümü göze almak!

Şu: Kendisini taşlayacak, taciz edecek, lince kalkışacak zavallı halka verdiği namus sözünü tutmak için bir toprağa ayak basmak!

Sadece ölümü göze almak değil, kendisini bir davaya adamak ki bu, “düşmanının” bile emekçilere zerre fayda sağlayacak, emperyalizme darbe vuracak, ileri bir sosyal düzenlemeye meyledecek nesi varsa, onun uğrunda kendini feda etmekte duraksamamak.

Cemal Süreya’nın uçurumda açan çiçeği gibi, Metin Altıok’un ülkesinin ta kendisi oteli gibi, Aziz Nesin’in Sivas bulutu gibi, Nâzım’ın mahpushaneler memleketi gibi…

Bu adanmışlık, bu kendini arka planda tutuş, bu her katre ileri adımını tarihin sahipleniş, yalnızca 15’lerin değil, bir bütün halinde Türkiye Komünist Partisi’nin, Bolşeviklerin tutumudur.

Ne demişti yoldaşları, Mustafa Suphi’nin katledilmesinin yıldönümünde? Eh, tarih, sınıf mücadelesi tarihidir…

Bu “eh!”tir adanmışlık, “vay bana böyle yaptılar” deyip deyip tarihe, devrime, emekçi sınıfa sırt çevirmenin keskin söylemli sinamekiliği değil. “Bize ne yaptılar” ile “tarihe ne yaptılar” arasında öncelik belirleme.

Ne demişti yoldaşları? Biz Suphi’nin yürüdüğü yoldan yürüyoruz!

Yoldaşları katledildiğinde bile, kendileri katledileceğinde bile, onları ölüme götüren yoldan sapmamayı, tarihe borcunu ödemeyi, bu yüzden “anılarına ihanet”le suçlanmayı umursamamayı anımsayalım bu 90’ıncı yılda.

Bu kez bize kalan, tarih ve hedef bizden önemlidir olsun. Adanmışlık olsun.