Şeytanın gör dediği

Dün, iki ölüm haberi geldi. Önce Çetin Altan, sonra Yılmaz Köksal. Bu iki ismi birlikte düşünmenin başka bir gerekçesi olabilir miydi? Sanmıyorum.

Biri, siyasal ve entellektüel hayata ilişkin damga niteliğindeydi, biri, pelikülde akıp giden, genel gündelik hayata etkilemeyen bir siluet. Gene de, ölüm tarihlerindeki çakışmanın dışında, ortak bir yazının konusu olabilirler mi? Sanırım.

Çetin Altan’ın ardından yazılanlar, sadece hazırlıksız yakalanmışlığın nötr tepkilerinden ibaret değildi sanki ilk gün için. Bugünden sonrasını bilemem, ama, haberin duyurulmasında ve paylaşımında kullanılan dil, ilginçti.

“Aramızdan ayrıldı”daki sahiplenmede de, “hayatını kaybetti”deki nesnel mesafede de, tavırsızlıkla başlıklara yansıdı. Basit ansiklopedi maddesinden ibaret yaşam öyküsüyle haberleştirmekte ortaklaşıldı. En kabadayısı, köşe yazılarının başlıklarından göndermecilik oynadı. Öznel değerlendirmelerde, ağırlıklı olarak, “acı bir kayıp” yaklaşımına rastlandı.

Gerek yazılarıyla, kitaplarıyla, gerek bir aydının partili yaşantısıyla, gerek parlamento kürsülerinde verdiği mücadeleyle ve bu uğurda göğüsledikleriyle, sonrası ne olursa olsun, Çetin Altan’ın özellikle 60’larda sosyalizm dalgasının yükselmesindeki payı unutulamaz. Aktif siyasetten gazete sayfalarına çekildiği dönemde bile, sosyalist bir aydın kuşağı beslemeyi sürdürdüğü kaydı düşülmeden, eksik bırakılamaz. Birikimdir, zekâdır, maharettir.

Ama, bu gerçeklere, -tekrar edeyim, sonrası ne olursa olsun- o yıllarına vefaya bağlı bir saygı duruşu muydu söz konusu nötr yaklaşım?

Keşke bu kadar insanca olsa. Keşke, Orhan Veli’nin “ölünce biz de iyi adam oluruz” dizesi hükmünü yürütse. Keşke, birini kaybettiğinizde zihninizde ilk belirenin güzel anılar olması türünden bir sızı diyebilsek. Hayır, korkarım bu, ölür ölmez unutulmak. Ya da, daha kötüsü...

Mezar soyguncusu bir babanın insanlarca lanetlenip durmasına içerleyen oğulun, herkesi ona rahmet okutacağına and içmesi ve soyduğu mezarlardaki bedenlere bir kazık çakarak bunu yerine getirmesi, “rahmetli hiç değilse bunu yapmazdı” dedirtmesi durumu olabilir mi?

Mahdumları, babalarının tırnağı etmeyecekleri çapsızlıklarıyla siyasal, edebi ve akademik öyle kepazelikler sergilediler ki, sistemin ve efendilerinin hizmetine öyle banal soyundular ki, Çetin Altan’ın bütün bunları bir çelebilik, entellektüel derinlik, usta işi üslup ve hünerli bir kalemle yapıyor olmasına rahmet okuttular. Kötü birer kopya bile olamadılar, Çetin Altan’ın en çok indiği noktaya bile çıkamadılar. Babaları vezirdi diyelim, onlar dalkavuk...

Söylemeye gerek var mı, burada mahdumlar sadece rastgele örnektir.

AKP kadrolarının, Erdoğan’ın, Demirel’in ölümüne bile hayıflanan solcular gözlemletmesi gibi. “O, hiç değilse...”

Bir hakkı teslim etmekle, hak sahibinin üstlendiği rolü ayırt etmek, gene de bu kadar zor olmamalıydı.

Ara dönemleri geçelim, Türkiye’nin 12 Eylül sonrası idaresinin devredildiği ANAP yıllarına, Özal “sivilliği” denilen dizginsiz liberalizme verdiği büyük destekle, Çetin Altan, halen hakkını teslim etmekte sakınca görmediğimiz çizgisine de, halkın bilinçlenmesinde pay sahibi olan entellektüel yetilerine de ihanet etmişti.

Yaşarken söyleyip durduğumuzu, ölünce söylemekten bizi alıkoyan ne? Bir dönekti. Üstelik, bir sürü pespayeyle kıyaslanamayacak nitelikte olduğundan, hayli yıkıcı bir dönek. Kalitesini düzenin emrine amade kılan bir dönek.

Lenin, Marksizmi kavramasındaki rolünü inkâr etmeksizin, literatüre dönek olarak kaydedilmesinden çekinmemişti hocasının.

“Ölüleri hayırla yad eden” bir gelenek sirayet etmiş olabilir mi, yazıklanan solculara peki? Ama daha kötü bir şey var sanki...

Hani, mahdumları demokrasi kahramanı olarak algılatan bir şey. Hani, solcuları Taraf’çı yapan bir şey. Hani şimdi düzen partilerine demokrasi için akıtan bir şey.

Kalite farkı tartışılamazsa da, babalar ve oğullar edebiyatındaki siyasal konum farkı neydi ki, bu kadar nötrüz?

2000’e Doğru dergisinde “dönekler” konulu yazı dizisi yapmaya karar verdiğimizde, uzunca bir listenin başındaki isim Çetin Altan’dı. Yaptığım tartışmalı röportaj, diziyi güme götürmüş, Çetin Altan’ın “Marksizm haklı” sözü kapak olmuştu.

1987’de Çetin Altan’ın Marksizmi doğruladığını söylediği şeyler, teknolojinin emek sömürüsünü ortadan kaldıracağı, robotların çalışma zorunluluğu bırakmayacağı türünden, kendisine yakışmayacak kadar kof ezelî tezlerdi aslında. Bölüşüm ve siyasal iktidar sorularına, “ufak sorunlar var tabii, ama bulunur çaresi” diye yanıt veriyordu.

Marksizm sınıfları, emekçi iktidarını, devrimi unutursa haklıydı! Kapitalizm Marksistti o zaman!

Bu röportaja ve kullanılan başlığa, o zaman soldan epeyce tepki gelmiş, Çetin Altan’ın Marks’ın öngörülerine uygun şekilde kendini değiştirip ehlileşmiş bir kapitalizm ve anti-otoriter özgürlük dünyası, demokrasinin yükselişi gibi görüşlerine reddiye mektupları yağmıştı. Bunun neresi Marksizmdi?

Aynı Çetin Altan, Nokta dergisinin kapağında, elinde “u dönüşü serbest” tabelası tutarak gülmüyor muydu?

Şimdi o reddiyelerin, tepkilerin soğurulduğu bir manzaradır, o görüşleri giderek sistematik olarak beyinlere zerk eden bir kalemin ölümüne nötr kalışı açıklayan.

Bunun neresi Marksizm sorusu, sınıflar ne olacak sorusu, siyasal iktidar sorusu, devrim sorusu unutulduğu için, aslında bir vefa, sosyalizmin kitleselleşmesine verdiği katkıya saygı değildir bu.

Vazgeçiş yıllarının Çetin Altan’ına kıyamdır ölüsünün ardından...

Amerikan işgaline karşı savaşırken ölen 365 Vietnamlı çocuğun destanını, “yaşlarının ortalaması 15’ti, yani ortanca oğlum Mehmet’ten bile küçüktüler” dediği çocukların vatanları için toprağa düşüşünü anlatırken Çetin Altan, oğlunun “bağımsızlık en kötü ve kan akıtıcı kavram” dediğine tanık oldu. 

“Eğlenin yavrularım eğlenin” diye seslenirdi ülkesinin çocuklarına, o ironik 23 Nisan şiirinde, göklerimizde dalgalanan çok yıldızlı bir bayraktan ve sömürücüler iktidarından söz ederdi. Sonra ailecek o bayrağa, o sömürücü sisteme selam dururlarken, Çetin Altan yaşıyordu.

Bir generalle düelloya hazırdı, şakakta mermi sürülmüş bir namluyla, vatanseverliği sınamaya çağırmıştı. Kiraz ağacı ve kadın memesine vatanı satarım dediğini duydu Ahmet'in.

Yeni yolunda elleri birleşmişti...

Öldü ve ne kaldı geriye? Anısına nötr yaklaşım mı?

“Hayal ettiğim ülke bu değildi” demiş. “Demokrasiyi göremeden öleceğim” demiş. “Daha iyi bir dünya için mücadele” demiş...

İsteyen, bu sözlerin içini kendi siyasal meşrebince doldurabilir şimdi. Biz dahil.

Ama bir de hayat vardı, bunlar söylenmeden önce. Bütün bunları çelen ya da kastını farklılaştıran bir hayat. Bugünlerin yoluna taş döşeyen bir hayat. O ne olacak?

Kimileri, bütün görüşleriyle birlikte, diyelim demokrasi faslını, ustanın vasiyetine uygun olarak bir düzen partisine çağrıyla tamamlayabilir.

Biz, sosyalizmin Çetin Altan’ını liberalizmin Çetin Altan’ına evirmeden, kesintiyi ve dönüşü unutmadan, bize kattıklarıyla anmayı da, karşı safa geçişini anımsatmayı da biliriz. Bu yüzden, nötr bir ölüm değildir.

Yılmaz Köksal’ın hayatımızda tuttuğu yere çok daha nötr kalabiliriz kuşkusuz. Yaşam öyküsünü, siyasal görüşünü, filmler dışındaki yapıp etmelerini hiç bilmiyorum. Sonraları dizilerde oynamış, hiç görmedim.

Ama aklınıza ne gelir? Daha doğrusu, bizim kuşağın aklına ne gelir? Önce, niye bilmem, siyah eldiven gelir. Siyah fular. Kovboy fimlerinden mi? Gangster öykülerinden mi? Kılıç sallarken balon gömlek kolları gelir.

Bir sinema emekçisi, haydi Yılmaz sen akrobatik hareketler yap derler. Uçar, zıplar, perende, takla atar, dıkşın dıkşın ateş eder, döşünde kılıç yarasıyla dövüşür...

Bir de bıyık vardır ama, bir de ne yapsa kendini dışa vuran gülen göz içleri.

İşte bende bu kadardır Yılmaz Köksal. “Koçum benim”dir. “Sen kaç, ben onları oyalarım”dır. Dostunun omuzlarını kavrayıp sıkıştır, kucaklayıştır. Vedadır.

Bazı isimler vardır, İhsan Yüce gibi, Kadir Savun gibi, onlar başrole çıkmadan iz bırakırlar bellekte. Bir güven duygusudur, bir iyi insan imgesidir. En berbat filmde görseniz onları, kurtarırlar vaziyeti. Sami Hazinses gibi.

Yılmaz Köksal, o soydandır. Vahşi Batı’da at da sürse, çıplak bir kadına siyah eldivenler ve silahla da yanaşsa, muzip gözdür, sevimli bıyıktır. Sıcaktır akışı size.

Hayatını bilmem, siyasal görüşünü bilmem. Şimdi ölmüş. Hep o yüzle sıcak kalacak yani.

Bu ölümün anlamı bu kadar düz. Bir Yılmaz Köksal vardı denilecek ve çok derinlere inerseniz belleğinizde, bir yol kıvrımında, bir filmin tek gülümsemelik sahnesinde durur çıkacak karşınıza. Kollarını kavuşturmuş, bir kapı eşiğine yaslanmış, şapkasını hafifçe yukarı kaldırmış bir gülümseme. Size kattığı şeyle kalmış ve kalacak demek bu.

Ne çok isterdim, Çetin Altan için de bunları söylemeyi. O sık ve uzun görüşmelerimizde, karşılıklı en düşmanca hitaplarda bulunurken bile keyifli sohbet tadı veren zekâ için...

Biri siyasal ve entellektüel hayata damga vurandı ölenlerden, biri pelikülde bir siluet.

Aynı gün öldüler.

Ne çok şey kattı Çetin Altan, ama bir sorgu ve kopuş kaldı geriye, bir öfke ölmeden bırakıp gidene.

Farkında bile değilizdir Yılmaz Köksal’ın, ne katacak ki, ama bir sıcak yüz, bir gülen çocuk göz kalmış işte, hep kalacak.

“Şeytanın gör dediği”, bu kıyastı işte. Bir soğukluk, bir sıcaklık.

Çetin Altan öldü, ama özgür ve mutlu bir ülkeydiyse istediği, ona da sözümüz olsun, “biz oraya bir başka yoldan gideceğiz”, onun vazgeçtiklerine sarılarak, buluştuklarına karşı savaşarak ve hiçbir koşulda, enseyi hiç, ama hiç karartmayarak.

O ülkede, siyah eldivenler örtemeyecek, çocuk gözlerindeki muzip gülüşü. Raketler, piyanolar, kırıntısız peynir tabakları, ferah balkonlar...