Referandum ve Bir Kaşık Ayran

Açıkçası, şu an ne yazacağımı bilmeden geçtim klavyenin başına. Üstelik, dar bir zaman var önümde. Birazdan yola çıkıp, Beyoğlu’na, Tünel’in oraya ulaşmam, arkadaşlarla buluşmam gerek. Referandum öncesi, son çağrıda bulunmak için yürüyeceğiz. “Hayır!” demeye son çağrı. Bugün 11 Eylül…

11 Eylül. Ne yazmalı, hangi konuyu işlemeli bilmiyorum… “İkiz kuleler” hariç, o hiç yok gündemimde… Birazdan bizimkilerle buluşacağız, yürüyeceğiz. Son kez “hayır!” çağrısı. İstiklal Caddesi’nden geçeceğiz.

İstiklal Caddesi. Eylül ayının dördüncü gününe uzanıyor zihnim. Bağımsızlık Caddesi. Sivas. Kongre. 11 Eylül’de bitmişti. Amerikan mandasını savunanlara, işgale direnmemeye çağrı yapanlara “hayır!” deme kararları. “Mister Bravn”a sırtını yaslayanların baskın vermesini de kapsayan, türlü engelleme girişimlerinde bulunulan kongre. Burada alınan sekiz kararı mı yazsam? İşgale topyekûn direnme maddesini mi? Hain İstanbul Hükümeti’ne bel bağlamama kararını mı? Manda ve himaye kabul olunamaz hükmünü mü? Yok, bu 11 Eylül’de neden bu sekiz maddenin biz sosyalistler için de tarihsel önemde olduğuna değinmek, bugün yeniden gündeme gelişini ele almak, “vay, sizi gidi…” çamurlarıyla, günün öneminin kaymasına yol açabilir. Çok “devrimci” tezlerin gericiliğe varışını yeterince yazdık…

Devrimci… 9 Eylül’e mi geçsem? Yılmaz Güney’den, Erkan Yücel’den, Mao Zedung’dan mı bahsetsem, aynı günde yitirmişlikten hareketle? Büyük sanatçıların, devrimcilerin, birazdan bizimle “hayır!” diye yürüyeceklerinin kanıtlarını mı sergilesem de, bugünün pespaye kapıkullarına göndermeler mi yapsam? Değer mi? Değmez. Böyle bir kıyasla, bu isimleri kirletmişlik duygusu yaşarım. Anıp geçmek en iyisi… Yürüyüşümüze bakalım biz, sürünenlere hiç bakmadan.

Yürümeye mi baksam sahi? İzmir’e mi uzansam, aynı gün, şu “sabah güneşinin tatlı ışıkları altında bir tablo gibi beliren” İzmir’e, önündeki mavi sularıyla Akdeniz’e… “İlk hedef!”e… Hatta, 11 Eylül de olsa günlerden, bunun bir hafta sonuna denk geldiğini bilerek, hafifletsem mi? Şabalakların dalga konusu yaptığı, “talimat Akdeniz’di ama Ege’ye gitti ordu” diye takıldığı bilinçsizlik emaresini mi eğlenceye bahane etsem? Yoksa, Eylül’ün 12’sinde bu “yanlış denize” yürüyüşün sonuçlarını duyuran bildiride geçen ifadelerin, 2010 yılında ne anlam ifade ettiği üzerinde mi dursam?

10 Eylül'e gitsem 90 yıl öncesine, Bakü'ye. Geçerken İstanbul'a uğrasam 1919'a, selam versem işçi çiftçilere. Türkiye Komünist Partisi’ne, ortak mirasımıza, “o yoldan” yürüyüşü sürdürenlere değinsem. Yeniden, ehil ellerde göndere çekilmiş bir bayrakla övünsem. Yok, onu ayrıca yaparım desem sonra, ama bir izleğin hakkını vermek için, takvim yapraklarını çevirdiğimi anımsasam...

2010 yılında bir 11 Eylül yazısı, referandum arefesine, ama, hem hafta sonu hem de bayrama denk geldi. Bayram. Peki, bayramları, 9-11 Eylül’e, Sivas’a, Akdeniz’e, Bakü'ye bağlasam? Çocuk olsam, o zamanlara kadar gelmiş, ucundan yakaladığım tekerlemeyi söylesem mesela. Çıksam sokağa, mahallenin çocuklarını toplasam, hem seke seke ilerlesem, hem söylesem. “Bugün bayram, bir kaşık ayran, sana da yeter, bana da yeter….” Bayram ve ayran, sadece söz uyumu açısından mı oradadır diye koca adam olmuş halimle düşünsem mi bir yandan? Amcaların, teyzelerin mendile sarılmış lokumları mı tütse burnumda? Bir kaşık ayranla yetinen bir yoksulluğun, ona da bana da yeteceğini bilince işleyen yoksulluğun, aynı zamanda nasıl bir paylaşma kültürüyle yoğrulduğunu gösteren bu tekerlemeyi neye borçlu olduğumuzu anımsasam, ne olur ki. Sadece bir kaşık ayranınız vardı diyenlere, evet, ama bölüşürdük ve yeterdi diyebilmenin bugüne devrettiklerini iki ayrı saf tutuş olarak referanduma mı aktarsam…

Ne çok şey varmış değil mi, bir takvim gününün tarihteki izdüşümlerinde, hangisini yazacağımı bilemem normal yani. Birazdan da, yazmayı bırakıp Tünel’e gitmem lazım, ne yapsam… Yürüyeceğiz de…

Yürüyeceğiz ya, referandum öncesi son kez “hayır!” çağrısı yapacağız ya… Başkaları da yürüyecektir, “evet” diyeceklerdir, “yetmez ama…” diyeceklerdir. “İkiz kuleler” hariç, gündemimde ne varsa aklıma gelen, yazsam dediğim, bu iki cephede alacaklar yerlerini. Ben bir kongreyi alacağım yanıma, dağları taşıyan budala ihtiyarı çağıracağım Sarı Nehir’den, İzmir’i, mavi sularıyla Akdeniz’i, Mister Bravn’a ve yardakçılarına “olmaz!” diyenleri, arabacı Cabbar’ı, Hakkâri’den Halil’i takacağım koluma, bir yanım çalkalansa da deryada, Suphi, Nejat olacak önümde yürüyen, Şefik olacak kâğıt helvasını bana uzatan, bir kaşık ayranı bölüşen çocuklarla bayram yerine gidercesine geçeceğim İstiklal’den… Başkaları da yürüyecektir…

Sonra, yatıcaz kalkıcaz, yarın olacak. Yarın 12 Eylül olacak. Oy verilecek, sonra 13 Eylül olacak. Ya 12 Eylül faşizminin “sivil” yükselişine sahne olacak ülkemiz, ya faşizme o kadar da kolay geçit vermeyeceğimize. Ya gericilik bizden hesap soracak, ya biz onlardan. Bu kadar aritmetik bir şey işte. Ya biz, ya onlar. Ya mendile lokum saran amcalar, teyzeler, ya onlara düşman Mister Bravn. Ya onların bayramı olacak, ya bizim arefemiz.

Yatıcaz kalkıcaz, yatıcaz kalkıcaz, 13 Eylül olacak. Sonuç ne olursa olsun, biz bayram yerine çevirmekte sokakları direneceğiz, devam edeceğiz. En önemlisi, biz hiç utanmayacağız. Göğsümüzü gere gere çıkacağız tarihin huzuruna… Bunu daha çok kişiyle paylaşmak için yürüyeceğiz birazdan. Sadece halka seslenmeyeceğiz, içinde hâlâ devrimci duygular kalmış arkadaşlarımızı, bu utançtan kurtulmaları için bir kez daha uyaracağız. Çünkü, yatıcaz kalkıcaz ve aynaya, sonuç ne olursa olsun, gülümseyerek bakacağız.

Biz bir tarih bilincini sırtlayıp yürüyeceğiz bugün. “Olmaz!” diyeceğiz. “Hayır!” Gelin, bir kaşık ayranımızı bölüşenlerdeniz biz diyeceğiz…

Bilemedim ne yazayım 11 Eylül günü, yarın referandum varken, bu kadar siyasi bir ortamken, teoriler analizler dağ gibi yığılmışken… Ermedi aklım, bilemedim.

Şimdi çıkıyorum izninizle, Tünel’e gidiyorum… Dün 90 yaşına basan çocukla buluşmaya...