Projektör Sorunsalı: Behzat Ç.

Gündelik hayatın içindeyken sıradandan ayıran yönlerini fark etmeyeceğiniz, başka bir deyişle, fark edilebilir bir özellikle öne çıkmayan karakterler, sanat alanına taşındığında, çoğu zaman “kötücül” ya da “düşkünleştirici” nitelikler de eklenmesiyle, “anti-kahraman” denilen grubu oluşturuyorlar. Klasik “kahraman” kavramına yüklenen fizik ve neredeyse püriten etik donanımdan yoksun bırakılmışlıklarına, dolayısıyla “sizin gibi” olmalarına karşın, işlev ve niyet olarak kahramanlara paralellikleriyle, özdeşleşilmesi ve “rol modeli”ne dönüşmeleri daha kolay ve doğrudan olabiliyor. Bu yönleriyle de, “anti-kahraman”lar, başındaki ekten bağımsız olarak, yine kahraman kültünün birer parçası. Kaldı ki, sanat alanında, kahraman dediğiniz, kavramsal açıdan bakarsak, hikâyesini ön planda izlediğiniz karakterdir “iyicil” hiçbir işlev üstlenmese de, özenmek şöyle dursun, nefret etseniz de. Projektör kime tutuluyorsa, kahraman odur.

Karakter nitelikleri bir yana, hikâyesini izlediğiniz için olup biteni onun gözünden görmeye başlayacağınız, geldiği noktayı önceleyen, biçimleyen olgulara vakıf olacağınız kahramanla belli oranda özdeşleşme yaşamanız, kendinizi yakın hissetmeniz, en azından anlayış göstermeye yatkın hale gelmeniz, yaratıcının amacı ne olursa olsun, kaçınılması güç bir risktir.

Hollywood’un, diyelim Amerikan adalet sistemi, siyahlar sorunu, ya da çok bilinen örnekle Vietnam konusunda, eleştirel bakış içeren filmleri de iştahla üretmekten geri durmamasının, sanıldığı gibi sadece “aykırı” yönetmenlerle, “demokratik hoşgörü”yle, “günah çıkarma”yla ilgisi yoktur. Aynı zamanda, yukarıdaki kaçınılmazın bilinçli kullanımıyla, tepkilere tampon oluşturma da gözetilir. İzleyici, Amerikan emperyalizminin bütün melanetini bilerek, Vietnam işgalinde sergiledikleri vahşetin bir de beyaz perdede anlatılmasını izlemek üzere koltuğuna oturduğunda, üstelik, tam da kendisi gibi bir bakış açısıyla yansıtıldığını görmenin keyfi içindeyken, projektörün işgalcilerden bir grup asker üzerine tutulmasıyla, onları insan yönleriyle tanımasıyla, onaylamadıkları bir sistemin, onaylamadıkları şeyler yapmaya zorlanan piyonları olarak görmesiyle, başlarına bir şey geleceği endişesi taşımaya geçiverir. O günahsız iyi çocukları, koynunda taşıdığı sevgili fotosuna bakarak orada ne işi olduğunu sorgulayan, diyelim Vietnamlı bir hamile kadının kaçmasına yardım eden askeri, Vietnam kurşunundan sakınmak ister. Sonraki adım, kendilerini savunmak için yaptıklarını onaylamaktır, onları yok etmeye çalışan Vietnamlılara “durun, onlar masum” demektir.

Aslında, gerçeklik de böyle değil midir? Emir-komuta zinciri içinde görevlendirilmiş olan birey, işgalcinin temsil ettiği sistemin kurbanı olarak oradadır ve o iyi insanları ölüme ve öldürmeye gönderen kendi yöneticileridir asıl suçlular. İşte bu doğruyla, şu söyleyip durduğumuz projektörün kime tutulduğunun kesiştiği noktada, elinizde, birkaç kötü yönetici ile soyut bir sistem kalır bu yöntemle ve somut işgal gücünü oluşturan her bir Amerikan askeri mazur görülebilir. Sistem kendisini onarmalı, bu raydan çıkmayı telafi etmeli, kötü yöneticileri temizlemeli ve özür dilemelidir.

Sekiz sezon boyunca bir televizyon dizisi olarak fenomen haline gelen “24”ün, Terörle Mücadele Birimi ajanı Jack Bauer’ın maceralarında, belki de tarihin en kaba bu propaganda yapımında bile, sistemin çarklarıyla, Başkan düzeyinde ihanetle, içlerindeki kötülerle de savaşan bu birimin iyi insanları üzerine tutulan projektör, genellikle Müslüman “teröristler”e karşı kazanmalarını isteten benzer bir tekniktir. Neyin neyi temsil ettiğinden çıkılan, olayı şunlarla bunların mücadelesini izlemeye dönüştüren bir yanılsama. (Söylemeden edemeyeceğim, “24”, içerik açısından bütün mide kaldırıcılığına karşın, tekrara düştüğü son birkaç sezonu hariç, senaryo ve kurgu açısından dersler de barındırır. İçeriği ıskalatma, dolayısıyla propagandayı zerketme başarısı biraz da buradan gelir.)

Şimdi bu genel lakırdıları kesip Behzat Ç.’ye bakacak olursak…

Öncelikle söylemem gerekir ki, yukarıdaki örneklerle kıyas kabul etmeyecek kadar “bizim taraftan” bakan bir dizi Behzat Ç. Kaçınılmaz olarak bir parçası olduğu medya içinde de, mümkün olabildiğince cesur bir çıkışı temsil ediyor. Üzerinde çok durulduğu için, (geçen hafta Kaan Arsanloğlu değinmişti, keza soLküLtür’de Nihal Ünver’in makalesinde etraflıca örneklenmişti) oyunculuklara, çekim tekniğine, karakterlerine, senaryoda konuları ele alışına değinmeyeceğim.

Belki birkaç küçük not… “Anti-kahraman” karakter özellikleri açısından, Behzat Ç., aslında genelgeçer “hard” polisiyelerin detektifleriyle paralellik içinde ve klişelere uygun. Şimdiye kadar en fazla Cüneyt Arkın’ın “Cemil” tipine kadar varabilen, “Türk polis teşkilatı” içinde böylesine “dağınık” resmedilmiş memurlara zinhar rastlanamamasından gelen bir şaşırtıcılığı varsa da, “orijinalitesi” yok. “Özel” değil, “memur” oluşuyla bir fark yarattığı söylenebilir.

Bu farklı çiziş, ekibinde yer alan karakterlere de uzanıyor. Ekibi oluşturanlar ve aralarındaki ya da “âmir”le ilişki biçimleri, “NCIS” adlı dizide bile rastlanan türde olmakla birlikte, yine “teşkilat”ın işlendiği açısından bakıldığında, diyelim “Arka Sokaklar”dakilere oranla evet, biraz daha aykırı, kalıp dışı. Belki, fazla “erkek” oluşları üzerinde durulabilir ki, bu da kentsel ve mesleki gerçekliktir.

Senaryonun takip isteği uyandırmadaki başarısı, her bağımsız bölümün bir genel izlek de barındırması, her çözülen düğümün bir sıkılaşan düğüme gebeliği, mizah dozu, gerçekçi diyalogları, karakterlerle de birleşince, sıradışılık ve kalite geliyor.

Kendi adıma, sıkı bir polisiye okurluğu nedeniyle, soruşturmaya konu entrikaların beni pek sarmamasına karşın, beğeniyle izlediğimi söyleyip geçeyim bu faslı.

Ama belli ki, Behzat Ç.’yi, izlenme oranlarına hak ettiği kadar yansımasa da üzerinde çok konuşulur bir dizi yapan, polisiye olması değil. Dolayısıyla, yukarıdaki notların konuyla pek ilgisi yok bu noktada. Behzat Ç., bir cinayet masası başkomiseri nezdinde, siyasal / sosyal analizlere ve sistem sorgulamasına yol açan uzanımlar barındırması nedeniyle gündemde. Kimi yorumculara bakılırsa hatta, bu yönünün kabulünde “solun tek ortak noktası” konumunda.

İşte burada biraz durmak gerekiyor. Gerek genel olarak sistemi, gerek Emniyet Teşkilatı’nı, daha fazlasının bu koşullarda nasıl yapılacağını bilemediğim bir düzeyde sorguya açması, kuşkusuz önemli. Örneğin, yayınlanan son bölümünde, günceli de izleyerek, Hrant Dink suikastini, devlet ve Emniyet açısından soru işaretleri serperek, “tetikçi maşa”ya karakolda yemek ısmarlayanlara, “bir de hatıra fotoğrafı çektirin bari” filan deyip doğrudan göndermelerle de alt çizerek işlemesi az şey değil.

Bütün bunlar tamam. Ama, bir de, hani şu lanet projektörün Emniyet Teşkilatı’nın cinayet masasında görevli bir başkomiserin ve ekibinin üzerinde tutulması meselesi var işte. “Anti”, “manti”, sonuçta her hikâyenin bir kahramanı var. Buradan bakıldığında, o açmaz karşımıza dikiliyor.

Emniyet Teşkilatı içinde, cinayet masası gibi, siyasal cinayetlerin Terörle Mücadele’ye devredildiği takdirde pek de toplumsal olaylarda karşınıza çıkmayacak ve dolayısıyla çok daha hayırhah yaklaşılabilir bir birimde çalışan, iyi insanlar var. Gecekondusu yıkılan, meslektaşlarıyla çatışan, memurun grev hakkını savunan, basın açıklaması yapan devrimcilere şiddet uygulanmasına öfkelenen, bir devrimcinin üzerine yıkılmaya çalışılan cinayeti aydınlatıp işin arkasındaki “milliyetçi” meslektaşı hapise yollayan, pis işlere bulaşan müsteşarları, örtbascı Emniyet Müdürü’nü yerinden etmek için uğraşan, savcısıyla, müfettişiyle, polisiyle bürokrasinin kirli çarklarına direnen insanlar.

Ama, ne kadar aykırı olurlarsa olsunlar, sonuçta emir kulu insanlar. İpleri tutan bazı “kötü”lerin, ya da soyut bir sistemin sizi zaman zaman karşı karşıya gelmek durumunda bırakacağı insanlar. Bu durumda, empati, sivillere mi düşecek sorusu doğabilir, biber gazı ya da tekme yerken.

Örnekleyelim. Öz kızını bilmem kaç kez bıçaklamış bir katili sorgularken şiddet uygulayan Behzat Ç. mi haklı, onu böyle görünce “kötülerle kala kala kötü olduğunu” söyleyen, “ılıman solcu” gedikli aşkı mı? Bir başkasını döverek itiraf ettiren Behzat Ç.’ye mi kızıyorsunuz, “insan hakları” nutku atarak adamın serbest kalmasına yol açan savcı hanıma mı?

Projektör böyle bir şeydir, “kahraman” böyle bir şey. Bir süre sonra, tümüyle haklı şiddet uyguluyor olur gözünüzde Behzat Ç. Bir süre sonra, adalet sisteminin iyi parçasına atfedilmiş insan hakları sözcülüğü yanılsamasına kapılmışlığı da aşıp, bunun adaleti engellediğini düşünmeye başlarsınız. Jack Bauer’ın teröristlere “yasadışı” sorgularına onay verdiren döngü, böyle işler. Ya, sizin cinayet masasının iyi ve “gizli solcu” başkomiseriyle kurduğunuz empati, bir başka izleyicide siyasi şubeye uzanırsa? Ya, bu kirli çarkın her girdi çıktısını bildiği için, dayak yiyen göstericilerin dava açmasının boşunalığını söyleyen ve gidip onları döven polislerden birine kafa atan cesur polis beklentisi doğarsa?

Sistem kötüdür, adalet tecelli etmez, siyasal iktidar türlü dalavereler içindedir, resmi cinayetler, rüşvetler cirit atmaktadır, ama bütün bunlarla savaşan bir Behzat Ç.’yi yerinden ettirmeyecek güçler de vardır, kirlileri içinden atacak mekanizma aslolarak tıkanmışsa da, halen gıcırtıyla işleyebilmektedir… Yeter ki kahramanın elini kolunu bağlamasınlar…

Bunlara gücün yetmediği yerlerde, üniversite girişinde önünüzde kalkanla duran emir kulu polisin, “Akbaba” ya da “Hayalet”, belki de delişmen Harun olabilmesi ihtimali üzerinde durmak, sivillere düşecektir.

Emniyet kadrolarında bıyıkların cemaat çağrışımıyla çizilmesi detayını bile atlamadan eleştirel doz barındıran dizi değil sadece Behzat Ç. Cinayet masası gibi görece mesafedeki bir çalışma alanına karşın, sevilesi niteliklere sahip, ama sonuçta bir başkomisere tutulan ve bunun genişlemesi mümkün bir projektör de.

Bireyler, iyiler ve kötüler diye ayrışabilir. İyisiyle kötüsüyle bireylerin içinde devindiği şeye, kurum denir.

Bu kadar uzayacağını tahmin etmemiştim, birşeyler daha söyleyecektim aslında. Kaan Arslanoğlu’nun, aynı diziden hareketle, genel olarak televizyon ve dizi izleyiciliğine değinen yazısındaki katılmadığım kimi yönlerle de birleştirecektim güya. Sonraya kalsın bu. Ama özür dileyerek bir minicik not düşeceğim.

Yazar arkadaşlarımla herhangi bir tartışmadan, gereksiz polemikten kaçınmaya azami özen gösteriyorum. Sık sık yutkunduğum da oluyor bu nedenle. Ama bu kez, Yurdakul Er’den dünkü yazısından dolayı bir ricada bulunmaktan kendimi alamadım. Lütfen, daha dikkatli bir arşiv taraması ve sivri dilin cazibesine kapılmadan haksızlıktan uzak durmaya biraz daha özen. Lütfen.