Asaf Güven Aksel

Nokta tanımıyor sanki bazı tarih dilimlerinde, bazı coğrafyalar. Tam “işte şurada bir nokta var” derken bir nokta daha, bir nokta daha beliriyor ve anlıyorsunuz, “devamı gelecek”…

Oyuncağı kendisi olan çocuklar

Asaf Güven Aksel

Bazı dilimleri vardır insanlık tarihinin. İnsanlık tarihinin bazı coğrafyaları…

Bilirsiniz, Ece Ayhan’ın “Meçhul Öğrenci Anıtı” şiirini. “Aldırma 128!” hitabı çalınmıştır kulaklara mutlaka. Bir teneffüs daha yaşasa, tabiattan tahtaya kalkacakken, devlet dersinde öldürülen bir parasız yatılı çocuğun okul numarasıdır. Yanlış bir soruya doğru yanıt vermiş, Mâveraünnehir’in “solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine” döküldüğünü söylemiştir en arka sırada oturduğu yerden…

Mâveraünnehir, başka bir coğrafyadır, başka bir tarih dilimidir. Ama solgun halk çocukları bütün coğrafyalarda ayaklanır, sınıflı toplumlar tarihinde devlet dersi bütün toplumlarda müfredatsızdır.  Ne var ki, öldürmenin, ölmenin coğrafîliğiyle, bazı şiirleri zakkumla ören yaşıtlar ve zarfsız uçan kuşlar, farklı yoğunluklarda gözlemlenir.

ABD’nin ve İsrail’İn Filistin’de, Gazze’de, Lübnan’da ölüm kustuğu günlerde, aklıma bu şiirin, üzerinde pek durulmamış bir dizesinin gelmesinin bir sebebi olsa gerek.

Boynuna mekik oyalı mor bir yazma bağlayarak bir oğul ölümünü bastırmak isteyen baba der ki bu dizede: Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım.

Duydunuz, anladınız mı?

“Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım!”

Ne acı değil mi, oyuncağı olamamış bir çocuğu, oyuncakları olduğuna inandırmışken, bir kara mermere uzatmak…

Charlie Chaplin, “Sahne Işıkları” filminde, Calvero adlı, çaptan ve gözden düşmüş, unutulmuş bir komedyeni canlandırır. Ünlü olduğu, çok sevildiği zamanlara dönemeyeceğini, bunun artık geçtiğini bilse de, ekmeğini kazanmak için çırpınmaktadır ama, eskimiştir işte… Ancak düşlerinde… Duralım.

Şarlo kordelalarından farklı dramatik yapıdaki bu film müthiştir, ama konuyu saptırmasına izin veremeyiz. Calvero, histeri krizi geçirip intihara kalkışan bir balerini kurtarır, ama kız kendine güvenip yataktan kalkamaz bir türlü. Onu motive etmek istediği bir diyalogda, Calvero, nasıl komedyen olduğunu açıklar: Hiç oyuncağı olmamıştır.

Babası, elde tutulur oyuncağa ihtiyacı olmadığını söylemiştir. Calvero’nun bizzat kendisi, kendi oyuncağıdır da. Oyuncağının içinde olduğuna inandırmıştır. İşte Calvero, sahnelerde o oyuncakla, kendisiyle, içinden çıkanla kendisi oynamıştır aslında. Ne isterse o, ne isterse onunla. İzlemiştir başkaları, kendini eğlendiren koca çocuğu, büyüyene kadar…

Bu filmi izler Ece Ayhan, bir küçük salonda. Ve bu sahneden, bu replikten, bu olağanüstü soyutlamadan, “devletin ve tabiatın” öldürdüğü bir çocuğun şiirine dize çekecek kadar etkilenir.

Olağanüstü soyutlama. Oyuncağın kendinsin. Başka coğrafyalar, başka tarih dilimleri, her çocuk, her oyuncaksızlık,…

* * *

Bazı dilimleri vardır insanlık tarihinin. İnsanlık tarihinin bazı coğrafyaları…

Bu, bazı coğrafyalarda bazı tarih dilimlerinin, nokta işaretini tanımayışının, sanki hep varmış ve hep var olacakmış izlenimi veren çalkantıyı, kanıksamaya ve doğal görmeye başlamanın öyküsüdür. 

Tekvin’in 15’inci babında Fırat’tan Nil’e bütün bir bölgenin Rab tarafından, İbrahim’e ve nesillerine vadedildiği yazılalı, daha doğrusu bu cümle, bir sosyo-politik argüman olarak ve temeline o zamanlar bilinmediğinden vadedilmemiş jeo-ekonomik olanakları yerleştirerek dolaşıma gireli o kadar uzun oldu ki. Sanki hep öyleydi. Tanımı epey belirsiz bir bölgenin, üzerinde Filistin halkının yaşadığı topraklara işaret ettiği ve İsrail’in bu kendilerine verilmiş kutsal hakkı istedikleri iddiasıyla, destekçilerine de dayanarak Filistin’e ölüm yağdırması, kısa soluklanmalar dışında öyle aralıksız sürüyor ki. Sanki hep öyle olacak. Lübnan payını alacak, Gazze silinecek, Filistin halkı sonunda bir devasa ittifaka diz çökecek…

“Böyleydi ve böyle olacak” kanıksaması, büyük çoğunlukça, ancak, şiddetin, ölümün, yıkımın ve bunlarla gelen acıların, feryatların dayanılmaz hal aldığı bir boyuta ulaştığında kırılıyor, “hayatın akıp gitmediği” dikeni etlere batıyor, can yakıyor. 

Bunu da çoğunlukla oyuncaksız çocuklar sağlıyor, kendilerini, yani tek oyuncaklarını bir taşa sarıp, sahne alarak.

Oyuncakları kendileri, sapanları, taşları, muhtar çakmakları bazı coğrafyalardaki bazı tarih dilimlerindeki çocukların.

Çocuk deyip geçmeyin.

Yıllar yıllar önce, bir Amerikan generali, Vietnam’da bomba yağdırdıkları çocuklar için, “öldürülecek yaştaydılar” demişti. Öldürülecek yaşta, yani direnecek kadar büyümüş. İsrail kurmayları tekrarladı bunu Gazze’de, Lübnan’da.

Çocuk değil yani, tanka, mitralyöze, rokete taş atanlar, İsrail’ine, ABD’sine göre… Baksanıza, “intifada”ya, işgalci ordularına karşı “kral çıplak” deme cesaretiyle oyuncaklarını sunan onlardı. İntifada. Ayaklanma. İsyan.

* * *

9 Aralık 1987’de, Chaplin kendi çocukluğundan damıttığı bir sözü, Calvero olup söyledi Filistin sahnesinde. 

Filistinli emekçilere, bir İsrailli yerleşimcinin kamyonu çarptı ve ölümlere yol açtı. Cenazelerdeki protestolara müthiş bir şiddetle, baskıyla karşılık verildi. İşte bu şiddete silahsız direnilirken, arkadaşlarını oyuna çağıran bir çocuğun ıslığı gibi duyuldu dünyanın dört bir yanında, atılan taşların havayı yararken çıkardığı ses. Bu sesi, kırılan el, kol, bacak kemiklerinin sesi bastıramadı. Vahşet, oyuncağın maskarası oldu, ölüm oyunbozan olsa da. “Korkarız bu bir isyandan fazlası majesteleri!”

Sonra hep, işgalciye karşı,  çocukların can verdiği taşlar oldu direnişin sembolü. “Küçük generaller” denildi onlara, çocuk deyip geçmeyin…

İsrail’in, genişletelim, ABD’nin, NATO’nun dünyayı kana buladığı sıcak savaş günlerinde, etrafıma bakarken, aklıma bir Chaplin filmi sahnesi gelmesi, sanatın gücü gibi bir cılız belagate sığınabilir mi?

Hayır, hayır. Bu, sessizlikle lanetlenmiş bir sermaye egemenliği dünyasının boğuntusundan kaçış olur şu an için, inkârdan gelmeyelim.

Nokta tanımıyor sanki bazı tarih dilimlerinde, bazı coğrafyalar. Tam “işte şurada bir nokta var” demeye kalmadan, ya aşağı doğru kıvrılarak akıp virgüle dönüyor umut, ya da bir nokta daha, bir nokta daha beliriyor ve anlıyorsunuz, “devamı gelecek”…

Bunu durdurmak, bazen, o bilmem kaç yıldır süren zulmün bilançosu denince önümüze yığılan istatistiklerin, yüzölçümleri, takvim yaprakları, ölü, yaralı sakat, sürgün rakamlarına sırt çevirip, o sayısallaşmış hayatlara, insanlara, çocuklara, her biri benzersiz öykülere yüzümüzü dönmekle mümkün.

Yani bir tank paletinin karşısına dikilen bir yerden bitmenin fırlattığı taştaki oyuncağın, oyuncaksızlığın, sermaye düzeninin dünyaya hükmetmesine tam göbekten isabet edeceği zaman umuduna bakarak.

Bazı coğrafyalarında insanlık tarihinin, “toprak vadedilmişlik”ten  farklı dinsel motifler de yaygındır ve şekillendiricidir.  Bunlardan en yaygın olanlarından birinde de, karşılarındaki filler ordusuna sahip işgalciyi, gagalarında taşıdıkları taşları yağdıran kuşların da yardımıyla yenenler anlatılır ne de olsa.

Ebabiller, gerçek hayatta, pençe yapıları nedeniyle tüneyemeyen, ömür boyu sürekli uçmak zorunda olan kuşlardır.

Filistin’in çocukları ömür boyu kendilerini kendi oyuncakları yapmak zorunda mı peki? Yapısal mı bu? Kaçınılmaz kader mi?

Sanki hep böyle olacak kanıksaması, bir yanılgıdır. Zulmün bu kadar uzun bir zaman dilimine yayılmasıyla gelen bu sessiz kabullenme, hiçbir dala konup dinlenemeyeceklerin direnişinin büyümesiyle, taşların çoğalmasıyla sona erecek. Tarihin de bir nokta işareti vardır ve kendini gösterir bir gün. 

Ha, belki o gün, dünya sahnesinde bir Calvero gösterisi olur, uvertürüne ayağa kalkmış balerinin çıktığı. Biz de alırız “küçük generalleri” e, arka kıç cebimizde hınzır sapanlar gizli, çocuk matinesine gider, ağız dolusu güleriz…