Ne zaman öldü deniz?

Bir uğultu ülkeyi saracak ki, bir şehir, bir vapurun üst güvertesi bundan payını alacak. Duyuyor musunuz dümbeleğin ritmik sesini? Düm teke düm tek.

Denizin sonsuz öfkesi sinince, şiir yok olunca, şarkılar unutulunca… Düm teke düm tek.

Ne zaman deniz ölse, denizanaları çoğalırdı çünkü ve sesler yükseliyordu ritme eşlik ederek. Seksen, doksan, yüz! Karada yüz! Denizde yüz!

Duyuyor ve soruyordu Işıl Özgentürk. Ne zaman öldü deniz? Denizanaları ne zaman büyüdü? Neyle beslendiler, neyle? Düm teke düm tek.

Denizde boğulan biri vardı. Boğuluyor ve kurtulmak için hiçbir çaba harcamıyordu artık. Yüzü seçiliyordu ve sesleniyordu: “Ölü bir şehirde çok dolaştığımı söyle insanlara. Kapıları mühürlenmiş bir şehirde… ellerim kanayıncaya dek kapılarını çaldığımı söyle. Kapıları mühürlü bir şehirde!”

Karşısında oturan genç adamın yüzüydü dalgalara vuran. Dudakları titreyen, ağzı kapalı, elleri dizlerinin üzerinde iki yumruk olanın. Düm tek.

Ellerini tutuyordu, bakıyordu, tırnakları yoktu. Devasa bir denizanası boğuyordu onu.

“Her yerde, kavurucu sıcaklara, gözyaşlarına, ölüme dayanan, denizanalarının yakıcı kollarının ulaşamadığı ırmaklar vardır”, diyordu ona, “küçük, tek, ama mutlaka bir ırmak vardır. Alçakgönüllü, onurlu, sevinçli günlere inanan bir ırmak…”

Halbuki, bunun yerine, çağdaş hikâyeler yazmalıydı. “Günümüz insanını açıklayan, umutsuzluğu sergileyen, ölümü çağrıştıran hikâyeler” yazmalıydı. Düşünmeliydi bir kez, köylüler, işçiler, henüz bir roman için, bir hikâye için yeterli kişilikleri oluşturabilirler miydi? Onların hayatları dümdüzdü. Çalışır, çocuk yapar, bir ev hayaliyle yaşarlardı, ölürlerdi. Onları anlatmak, kaba gerçekçiliğe, yüzeyselliğe iterdi yazarı. Neredeydi onlarda ince duygular, karmaşık ilişkiler ve hayat!

Tam istenilen şeyi yazacak, parfüm satıcısı Çetin dikiliyordu karşısına, iki nokta arasındaki düz çizgi gibi olanca hayatsızlığıyla, “beni yaz” diye dayatıyordu.

Hiç sırası değildi. Düm teke düm tek.

Hiç sırası değildi 1981’de. Hiç sırası değildi, dümbeleğin ritmik sesinin yerini, onu fonda bırakacak çok farklı seslerin kapladığı şimdilerde de.

Bunlar aynı kaynaktan beslenir, düm tek’ler sarı çiçek’lere bağlanır, 12 Eylül AKP’ye çıkar, ama sırası mıydı?

Mehteranlarla, ilahilerle denizanalarının kapladığı bir kıyıda, hiç sırası değildi.

Mehmet Kuzulugil, dünkü yazısında dikkat çekmiş, Işıl Özgentürk’ün bir yazısı nedeniyle hapis cezası almasına değil de, “demokrat kamuoyu”nun bunu sessizlikle karşılamasına. Düm tek.

Sormuyordur artık, denizin ne zaman öldüğünü. Denizanalarının neyle beslendiğini. Biliyordur, yine zamanlama hatası!

Muhtemeldir ki, hayata bakışımızda onlarca farklı yön vardır Özgentürk’le. Ama bu “zamanlama hatası”nda, “hiç zamanı değil”lerde benzeşiyoruz.

Varsayalım, “altı yaşındaki çocuklar evlenebilir” ya da “oğullar annelerinin dizlerinden, babalar kız bebeklerinden tahrik olabilir” fetvalarını işleseydi, “vakıflarda, tarikat yurtlarında tecavüz”, ne bileyim, “mini etek giydi diye tacize uğrama” haberi konulu bir yazı söz konusu olsaydı, belki “demokrat kamuoyu” sessiz kalmazdı.

Ama türban? Sana ne Sümerler’den, sana ne zamanla dinlerdeki değişik yer alışlarından, dinlerinin tarihini bilip bilmediklerinden? (Ayrıca, Kavakçı ailesinin “laikçi”lerden çektiği zulüm yetmedi mi, karşılığında mertebe almalarına? ABD vatandaşı olmak zorunda bile kalmadılar mı? Meryem bile diyemediler de, Mariam olmadı mı adı? Uzmanlık alanı dil işlemenin nörobiyolojik yönleri ve dil bozuklukları olan birinin, bunu gösterdiği fotosuna bile laf etmediler mi?)

Nitekim, haber metinleri bir örnek: “Başörtüsü takan kadınlara karşı çirkin sözleri nedeniyle…” Bunun neyini savunacaksın, değil mi ama?

“Demokrat kamuoyu”… Ne zaman deniz ölse, denizanaları çoğalır. Neyle beslendiler, neyle, diye soruyordu 1981’de. Ne zaman öldü deniz?

“Demokrat kamuoyu”, babaannesinin başörtüsüne el uzatan ceberrut cumhuriyete karşı türbana özgürlük isterken. İmam Hatipleri, Kur’an kurslarını, cemaat örgütlenmelerini, tarikatları, tekkeleri, devlet baskısına karşı sivil inisiyatif olarak tanımlarken. 28 Şubat’a karşı şeriat cephesinde tereddütsüz yer alırken. Fethullah’ın gözyaşlarını siler, Said-i Nursî’yi keşfeder, Şeyh Sait’i etnik kimliğe çekerken. Cübbeyi, sarığı, çarşafı kılık kıyafet özgürlüğünün dönüşü olarak kutlarken.

Ve yukarıda, konu bunlar olsaydı sessizlikle geçiştirilmezdi dediğimiz unsurlar, toplumun “makûl dinselleşme”ye “buna da şükür” dercesine razı gelmesi için kullanılıp, bütün bunlar toplumsal norm olarak kabul edilirken. “Normalleşme”nin doğal parçası olarak sindirilirken.

Ne demiş davacı avukat? “Bu yazı iğrenç bir paçavradır. Kendini aydın ve medeni bir insan olarak gören sanığın İslam’ın bütün ritüel ve değerlerine karşı, faşist, kindar ve iğrenç iftiralarının mahkemeniz nezdinde teşdiden cezalandırılmasını talep ediyoruz.”

Ya, sırası mıydı? Hele de tam İstanbul kurtarılmışken!

Dinsel taassub ve ritüeller, “gerici AKP’ye” karşı kazanılan zaferin bile bir parçası olurken nerede ki o “demokrat kamuoyu”, Özgentürk mahkûmiyetine karşı ortada olsun.

Ne zaman öldü deniz?

Hiç sırası değildi. Baksanıza, dün Turan Dursun’a mücadele alanı açmakla övünülürken, şimdi Cübbeli’den aferin almakla övünülür olmuş. Dün Turan Dursun’un katledilmesinden sonra kavga konusu olan cenaze namazıyla, bayram namazıyla barışılmış, “hep sıkılı yumruk”lar açılıp avuçlar göğe çevrilmiş. Baksanıza 2 Temmuz’a, Sivas’a, “artık sarılması gereken yara” olmuş, Aziz Nesin’ler mesul tutulmuş da, neredeyse faillerden “helallik” istenmiş.

Hiç sırası değildi. “AKP rejimi”ni tarihe gömme işlemine ilahilerle, harem selamlıkla, içkisiz işletmelerle başlanmışken tam, makam odası “özel alan” kabul edilip laikliğe uygundur damgasıyla tescil edilmişken.

Ve cidden hiç sırası değildi, türbanı, çarşafı çekip aldığınızda altından neyin sırıtacağının görülmesi istenmezken. Yeryüzündeki sömürü, gökyüzünden gelen emirle sürdürülürken.

İşçilerin, köylülerin hayatlarında hikâye konusu olacak derinliğe rastlanmazdı ya hani. Orhan Kemal’in, böyle hayatları, “peygamberlerin avuç avuç getirdiği sabır”la açıklaması boşuna mıydı? Yurttaş olamayan tebaa, “hikmetinden sual etmeyen”ler, madende fıtrata, makine başında kadere boynunu vurduranlar, bu dünyadaki sefaletin, zulmün mükâfatını öte dünyada elbet alacağını umanlar, çocuğuna pantolon alamayıp ihtihar edenler, iki düz çizgi arasındaki bir doğru gibi romanlaşmaya gelmez hayatlarının hesabını, patronlardan mı sorsunlar yani? O patronlara, hele de işçi hakkı yemişse, öte âlemde ne büyük azap vardır, yetmez mi?

“Türban neyi örtüyor” diye sorduğumuzda “babaannemin kınalı saçlarını” yanıtını verenlerle beslendi bu denizanası. CHP’nin “modern mütedeyyin” zaferiyle beslenmeye devam ediyor.

Ama, hiç sırası değil. Türkiye’nin laiklik diye bir sorunu yok! Tıpkı sınıfların, emek sömürüsünün olmadığı gibi. Zaten bu ikisi arasında bir bağlantı da yok… Her şeyin ortası bulunabilir. Şeriata varmayan dinselleşme, inanmışla hiç elleşmeyen laiklik, emeğin insaflı sömürüsü mümkündür ve güler yüzle tatlı dille kutuplaşma biter gider.

Bu gerçeği göremeyenlere, “demokrat kamuoyu” n’eetsin?

Küçük, tek, onurlu, sevinçli günlere inanan bir ırmak? Var! O hep akacak, bütün kirleri, gürültüleri, denizanalarını önüne katıp sürükleyerek. Sessizliğin, kabullenmişliğin bendine durup dinlenmeden çarpa çarpa. Ve o ırmak, öyle bir denize varacak ki. Hem de bu dünyada. Hem de o hayatları hikâyeye gelmezlerin destanıyla…

Ha, Özgentürk’le ilgili ceza kararında, mahkeme, “yeniden suç işlemeyeceğine dair bir kanaati olmadığını” ifade etmiş. Dedim ya, benzeşiyoruz kimi yönlerden.