Marks’ın şimdiye kadar adı var kendi yok mizahî romanı ‘Scorpion İle Felix’ birkaç yayınevince eşzamanlı çevrilip basıldı. Bu pazar yazısında bundan söz etmek, patronlara cennet, halka cehennem bir ülkede biraz soluklanmak istedim. Marks’ın 19 yaşındaki hesap kesme sürecine denk geleceğimi bilemedim!
Karabasana karşı Marks’ın mizahı
Asaf Güven Aksel
Kabul etmek zorundayım artık, biz bu harami saltanatını yerin dibine gömmeden, “pazar yazısı” deyince akla gelen, biraz kahve keyfi, biraz oyalanma, biraz oyunbazlık içeren yazıları ağız tadıyla yazmak, nadiren punduna gelmiş kaçamaklar haricinde pek kısmet olmayacak gibi.
Orhan Gökdemir söylemişti değil mi, “ülkenin neşesi”nin çalındığını. Doğru. “Sönük” ülke... Ne acı. Ne acı, Bolu’daki otel yangını üzerine, sokaklara, meydanlara çıkan tek partinin itirazındaki gerçek: Yeter bu ülkeyi öldürdüğünüz! Ne acı. Öldürülen ülke.
Bu satırlar yazılırken, yeni bir Ergenekon sürecinin başladığını düşündüren operasyon vardı haber bültenlerinde. El konulan, soruşturmaya tabi tutulan belediyeler silsilesini ve Ümit Özdağ tutuklamasını, menajer Ayşe Barım’ın Gezi’ye katılma gerekçeli gözaltısı, sonra da şimdilik “Barım bünyesindeki” bazı oyuncuların polis refakatinde ifadeye götürülüşleri izledi. Bolu’da onlarca yurttaşımızın hayatını kaybettiği, sorumlusu için kura çekilen otelde küller soğumadan, siyasal ve kültürel hegemonya hamlelerine böyle tanık olduk.
Bu tür “organizasyon”ların olmazsa olmazı, önce bazı isimler üzerinden “deşifre yemi” takılması gibi, bilindik zokalarla olası itirazların önü alınacak, hınçlılar kadar bazı “kullanışlı”lardan da destek görülecek belli ki. Ergenekon’un, Veli Küçük gibi, askerî erkândan ve “derin devlet”ten birkaç “mosturalık”la vitrine epeyce alık üşüştürmesi, şimdi “ırkçı faşist” Ümit Özdağ ve dizi sektöründeki “oyuncu kartelinin patroniçesi” Ayşe Barım’la yaşanacak muhtemelen. Ve sindirme, iktidarın etki alanı haricine korku salarak susturma operasyonu genişleyen halkalarla sürerken, “ama”lı gevelemelerle hukuk sorgusu gölgelenecek.
Ülkenin neşesini çaldılar evet. Üç kuruşluk kâr için insan hayatını hiçe sayan patronların düzeninde ölüyoruz. Yanıyor, boğuluyor, enkaza, göçüğe gömülüyor, düşüyor, ölüyoruz. Kadın, erkek, çocuk, bebek, patili, bir şiddet, açlık, yoksulluk sarmalında sararmış benzimizle sönüyoruz. Doğamızı bile vandalca yağmalayan eşi görülmedik bir sermaye fütursuzluğunun, patron hukuk tanımazlığının, gerici karanlığının diktasıyla besleniyor bütün kötülükler.
Bunları tekrar tekrar söylemenin, zaten her yaşayanın gördüğü, bildiği panoramayı çizmenin, iç karartma dışı işlevi pek yok.
Bir nokta var ama:
Zaman zaman, bu kuralsız, keyfî, tek adam “hukuku”nun 12 Eylül’de bile görülmediği, idamlar, zındanlar, işkenceler, cinayetler cuntasının bile bunları “kitabına uydurmaya zorlandığı” dile getiriliyor. Generaller bu anlamda alicenap, yasal haklara saygılıymış hiç değilse, ama AKP iktidarında bu da yokmuş gibilerden.
Dün cunta elindeki ülkede, “devlet olma ağırlığı”nın refleks teamüllerine, toplumsal sözleşmeli tarihsel “uzlaşma”nın varlığına, ama bugün bunların yerinde yeller estiğine işaret eden bir tez bu. Ya da gelenin gideni aratması makus döngüsüne davet.
Oysa dün darbecileri “göstermelik de olsa hukuka zorlayan” şey, sonuçla sürecin aynı şeyi tanımladığını varsayan “tarih okumaları”nın aksine, ilk palet dönüşünde yerle bir olmayan dirençti. Bütün yasak ve baskılara rağmen, emekçilerin, sosyalistlerin, fizik zora, ölüme karşı öyle kolay teslim olmamasıydı. Bugün eksikliğini hissettiren en önemli etmen budur.
1983’te “sivil Özal” eliyle temeli atılmıştı günümüzün. Darbenin gerekçesi olan, işçi sınıfının cendereye alındığı koşullarda, ideolojide ve ekonomide estirilen dinci-liberal rüzgârla demokrasiciliğin büyüsüne kapılarak sosyalizm hedefini budayan “sol”, bu budamanın gediğini 1984 sonrası bir de kendisini Kürt ekseni üzerinden kuşatıcı bir kimlikçiliğe oturtmakla kapatmak istediğinde başladı sahneden çekilme süreci. Bunun etraflı analizi çok yapıldı, daha da yapılır, gerekliyse…
Evet, gerekliyse, ama, bugünün gidişatını, ancak emekçi sınıfın yeniden örgütlü ayağa kalkışının ve iktidar odaklı sınıf siyasetinin değiştirebileceği gerçeği sabittir. Öldürülen ve söndürülen ülkenin biricik umudu buradadır. Sosyalizmde ısrardadır. Israrı güçlendirmededir.
Bu, resmettiğimiz koyu karanlıkta, mücadelenin gıdası umudu diri tutmanın yaşamsal önemini de gösterir. Umudun her dem yeşil filizini beslemediğimiz, yaşamın renklerine kepenk indirilmesine izin verdiğimiz, “felekten” bir minnacık dem çalmaktan bile çekindiğimiz zaman mücadelede eksiliriz. Sürekli yakılan genzimizde, sanatın tazeleyen soluğuna yer kalmadığını hissettiğimiz de olur. Şiirmiş, resimmiş, gündelik sorunlar yığınında boğuşurken, büyülü gücünü yitirmiş, derman olmaz gelebilir. Silkelenin: kurulu düzenin bizi ittiği yerdir bu. Bilir çünkü onların saltanatını, çıkınımızda imgeler, masallar, renkler eksik olmadığı için yıkacağımızı.
* * *
Pazar yazısına gelince… Ben size, bu biricik umudun kaynağındaki bir isimden bahsedecektim biraz gülümseriz belki diye. Keyfim kaçık, ama deneyeyim gene de.
Efendim, İstanbul’a kısa bir ziyaretteyken, Karl Marks’ın, şimdiye kadar hep adı var kendi yok “romanı”nın yayınlandığını gördüm. Mizahî roman! Hem de, 90 sayfacık civarı. Dedim tamam, haftanın yazısı çıktı. Alırım, İzmir’e dönerken otobüste okurum. Marks, roman, mizah, daha ne olsun, pazar yazısı için her şey var.
Akıl işte… Kitabı bulup alışım ayrı bir anlatı konusu. İlk sayfasını çevirmemden sonrası, ayrı. O yüzden, aradan iki yazı geçti. Şimdiye kısmetmiş de diyemiyorum.
Marks’ın “Scorpion İle Felix” adlı çalışmasından (çalışma evet, ne mizahı, ne romanı alla’sen) söz ediyorum.
Halen okunuyor mu bilmiyorum, ama bizim kuşaktan edebiyatla ilgilenenlerin referansları arasında, bu romanı ilk anan Mihail Lifşits’in de önemli yeri vardı. Bu vesileyle, yıllar sonra dönüp yeniden baktım ilgili yere. Lifşits, Marks’ın, kibarca söylersek “sınırlı yeteneği” olan şiir yazma konusundaki ısrarı ile toplumsal sorunlara yanıt arama gerekliliği arasındaki çatışmasını “neyse ki” kafayı Hegel’e takıp aşmaya başladığı dönemde, “Stern ile Hoffman’ın üslûbuna göre yazılmış mizahî bir skeç” olarak anıyor “Scorpion İle Felix”i. Benzer bir değerlendirme de S. Prawer’ın “Karl Marx ve Dünya Edebiyatı” kitabında yapılıyor. (Söz açılmışken, bu çalışmanın, Marks’ın kenar notları ve konuşmalarından, okuduğu roman, şiir, oyunları nasıl felsefesine ve siyasetine kattığını, o disiplinlerden nasıl yararlandığını görmek için önemli bir kaynak olduğunu belirtelim. Edebiyat, siyasette neye yarar sorusu halen varsa, Marks yanıtlayabilir….)
Marks’ın özellikle gençlik şiirlerinin, şükür ki aile neşesine katkı olup çıktığını biliyoruz. Mizah duygusu, şükür ki olanca keskinliğiyle hep çıkınında kalıyor.
“Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”nin daha açılış cümlesinden başlayan dikiş iğnelerini hatırlayın örneğin (bu metne de sızmış). Siyaset felsefesini edebiyatla harmanladığı pasajlarıyla ünlü, Engels’le ilk ortak kitapları “Kutsal Aile”, Hegel’e hesap açmaya başlamanın da ataklığıyla yazılmış, her aklıma estikçe açıp keyifle okuduğum bir başyapıttır benim için.
Altbaşlığı ziyadesiyle uzun “Kutsal Aile”de Bauer’le girişilen keskin polemikte mizah ve belagat yetkinlikle kullanılırken, Eugène Sue’nun “Paris Sırları” adlı melodram tefrikasından bile yazarın karakterler kurgusuyla çizilen sosyal katmanlardan 1848’in öngününü çıkarabilecek kadar, edebiyatın işlevi ortaya konur.
Marks okumuşlukla daha fazla dolandıramam lafı, bu kitaptan bahis mukadderat: 1837’de yazmaya başlamış “Scorpion İle Felix: Bir Mizahî Roman”ı. 19 yaşında oluyor kendisi. “Kendisi” tabii, haset hakkımdır.
Şehirlerarası otobüste birkaç saatte okur, yazarım öyle mi?
İçeriği, konusu, hakkında yapılmış incelemelere ve çevirmen notlarına uygun rivayete göre, Hıristiyan bir Alman ailenin başına gelenler üzerinden, dinsel dogmaları, geleneksel yapıları eleştirirken, gününün felsefe, siyaset ve sanat ortamıyla da tartışıyor, alaya alıyormuş. Terzi Merten, oğlu Scorpion, oğulun arkadaşı Felix, aşçı Grete, muhasebeci Engelbert ve köpek Bonifatius kurgulu parodi, yazık ki elimize tam haliyle geçmemiş. Kısa kısa pasajlar, 10’uncu bölümden başlıyor ve arada atlamalarla 48’inci bölümde bitiyor. Bir olay örgüsü vardıysa da, kayıp zahir!
Püf, tamamı olaydı, böyle canıma okuyamazdı, hemen anlardım ve yazardım!
Marks’ın alıştığımıza benzemeyen mizahına, metne nüfuz edip pek gülemeseniz de, aforizmalar silsilesi üslubuna karşın, kolay kavranır bir roman aslında. Alt tarafı, masaya Heinrich Heine’nin dört ciltlik “Seyahat Notları”nı, Laurence Sterne’in tuğla gibi Tristram Shandy – Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri”ni yığdım şahsen. İlaveten, Eski ve Yeni Ahit’i, Ovidius’u, Homeros’u, Fichte, Kant, Hegel’i, felsefenin ve mitolojinin künhünü, siyaset, sosyoloji ve sanat tarihini biraz bilmek, düz cümle bulamayacağınız 90 sayfacıklık “roman”da yapılan biteviye gönderme ve hicivleri anlamanıza yeterli olabilir. Dostoyevski ve Hoffman’daki doppelgänger kavram/kişisini de atlamayın.
Marks, Berlin’den dünyaya, kendisini değiştireceği mesajını, var olan her şeyle hesaplaşarak verirken, okurdan zahmet bekliyor. Ben romanı okudum “ek kaynak”lara başladım, bitsinler de, yazarım… Ya da beklerim elbet bir değerlendiren bulunur.
Hem, 1913’te, “Sermaye Birikimi”ni kaleme alacak, Marx’ın yeniden üretim modellerinde yanıldığından hareketle kavramlar geliştirecek, “sermaye ihracı ve artı-değer realizasyonu”nda emperyalizmin nüvelerine dikkat çekecek olan Rosa Luksemburg, bundan dokuz yıl önce “Marks beni kızdırıyor” diye yazmıyor muydu Jogiches’e. “Hâlâ onun üstesinden gelemedim. Hep saplanıp kalıyorum, soluğum yetmiyor” demiyor muydu? Umudum var.
E, “Marks’ın romanını özet geçecek kadar bile anlamadım” diye şakalaşınca, uzun ve boş ama “pazar yazısı” mı oluyor yani? Romanın kendisinden başka her şeyi yazıp bırakmak olur mu? Olmaz.
Ülkemizin içinde boğulduğu koyu karanlıktan bahisle açtık yazıyı. Bunda, vazgeçişlerin, düş kırıklıklarının, mücadele ikamesini sınıftan kimliğe, devrimden demokrasiye çevirerek yapmanın payından bahsettik.
İşimiz olmayacak bir menajer üzerinden başlatılabilecek yıldırmalarla, bu karanlık tabloya, şu görmemişin dizisi olmuş misali, teneşire gelesice Gassal’la filan bir de kültürel hegemonya ayağını eklemeye debelenmeleri, devşirmeyle şişinmeleri komik.
19 yaşında şu muazzam damıtımın “mizahı”nı yapanların temel olduğu tarihsel birikimle üretimde aşık atmaya çaplarının yeteceği kuruntusu eğlenceli olabilir… Ama… Ama, ülkemizdeki muazzam temel birikimin gücüyle yetinmemek, güncele üretmek önemli.
“Scorpion ile Felix”ten alıntı mı? Genç Marks’tan, Hegel tersinlemesi ve kendi “günümüzde epik yazılamaz” tezinin esiniyle, bir gerileyiş hicvi olur mu?
“Her dev, bir cüceyi; her deha, dargörüşlü bir amatörü; denizdeki her fırtına çamuru varsayar ve ilki kaybolunca masaya öbürü oturur.”
“İlkler bu dünya için çok büyüktür, o yüzden de dışarı atılırlar. Ama sonrakiler dünyaya kök salıp kalıcı olur. Şampanyadan geriye kalan, nahoş bir tattır; kahraman Sezar’ı şovmen Octavius, İmparator Napoleon’u burjuva kral Louis-Philippe, filozof Kant’ı aylak Krug, şair Schiller’i saray müşaviri Raupach, göklerin Leibniz’ini sınıf odasının Wolff’u ve köpek Bonifatius’u bu bölüm izler…”
Bilmem, Marks, anlatabilmiş mi, böyle yarım ve çetin bir “roman” metninden bile, mücadelenin payına zenginlik düşeceğini?
Türkiye’deki karabasanın tasviriyle, Marks’ın romanı niye aynı yazıda? “Komünist Parti Manifestosu” ciddiyeti, niye Avrupa’da gezen heyülayla başlıyor?