Hayallerimi Süsleyen Adam

Çizgi roman kahramanı Zagor’un grafik yaratıcısı Galliano Ferri, TÜYAP Kitap Fuarı kapsamındaki bir etkinlik için Türkiye’ye geldi ve ben yarım asra yaklaşan ömrümde ilk kez bir kitap imzalatmak için saatlerce bekleyip kuyruğa girdim ve birlikte bir fotomuz olsun diye arsızca yanına iliştim. Saatlerce beklemek ve kuyruğa girmek sözlerinin geçtiği bu cümlede bir zamanlama sırası hatası yok. Önce, imza vereceği mekana hayli geciken gelişini bekledim. Göreyim diye. Temas edeyim diye. Bunun altını çizmek isterim…

Höh! Böyle de yazı girişi mi olurmuş! Hani dramatik etki? Üstelik, şu adamın yediği naneye bakın! Bu yaşta, bu konumda, memleketin bu halinde! Tuttun, elde çizgi roman, utanmadan kuyruğa girdin, bir de bunca konu varken, bu köşede bunu yazıp, yer mi ziyan edeceksin?

Unutun, silin buraya kadarını. Baştan:

Haydi, ben de arkadaşlarıma nazire yaparak gireyim lafa bu ikinci başlangıçta. Yazıya ilk düşündüğüm başlık “Nesneler ve İnsanlar”dı. Pek de Steinbeckvariydi! Sonra düşündüm ki, bu değişmiş başlıktaki “hayal” kavramından sıyırsanız, insan da bir nesneye dönüşüyor. Her “canlı form”un insan olmaması bir yana, hayatiyet, nesneliğin yadsıyıcısı olamıyor tek başına. Nesne olarak da yaşanıyor, örneği çok.

Hazır, bu kadar basit bir çıktısı olan, ama bir fani için hayli derin“miş” gibi kasılan tefekküre dalmışken, “hayalleri süsleme” lafına yüklenmiş anlamı da kurcaladım biraz. Özellikle “süsleme” kısmını.

Gündelik dilde genel olarak, “olmak istenen”, “erişmenin arzulandığı”, “özlenen” gibi çok çeşitlendirilebilecek, aslında “hayal” kelimesiyle karşılanabilecek bir durumu dile getirişin yanındaki bir “süs” gibi kullanılıyor buradaki “süsleme”. Edebiyat dozu katmak için sanki. “Hayal edilen” diye düz bir tabakta sunulmuyor da, “hayalleri süsleyen” olarak garnitürlü hale getiriliyor.

Oysa, hayal edileni süslemek diye bir şey de var. Hayallerinizi süslemek, zenginleştirmek, hayal ettiğinizin dışında yerine getirilen, apayrı bir işlev. Bunu, hayallerinizi zihinsel olarak boyutlandırırken kendi kendinize de yapabileceğinizi düşünebilirsiniz. Tartışılır. Ama, burada konumuz, nesneleri de içerir bir mecraya akmalı. Değil mi ki, önce farklı bir başlık düşünmüşüz…

Hayal nesnesinden söz etmiyoruz elbet, nesnenin hayale katkısı üzerinde duracağız. Bir şeye daha değinelim önce. “Hayal”, nedense geleceğe matuf, gerçekleşmese bile, gerçekleşmesi olasılığı gözlenen, ileriye dönük bir arzunun, özlemin dile getirilişi gibi algılanır çoğunlukla. O an yaşanamayan, somutlanamayan şey anlamında, anılar da hayaldir ama. Anılara dalmakla hayale dalmak arasındaki fark, karşılıksız bir zaman kipi yanılgısıdır. Yaşanmışlıklar da hayale dönüşür. “Anı” adını aldı diye hayalleriniz, “ideal” adı verilen hayallerinizi belirleyen bir bütünün parçası olmaktan çıkmaz. Geçmişinizin hayal olmuşlarıdır, sizi bugünkü insana evrilirken biçimleyen ve bu insan halinizdir geleceğe dönük hayallerinizi biçimlendiren.

Çok fazla “hayal” kelimesi kullanıldı ve bir halt da söylenemedi, uzadıkça uzadı.

Bazı nesneler, üretilişlerinden, işlevlerinden, piyasasından filan ayrı görevler üstlenirler. Bunu, sizinle ilişkisi belirler. Atıyorum, diyelim, bir konuk geldi ve kitaplığınızın bir rafında, paslı bir çengelli iğne gördü. Çengelli iğne be! Üstelik paslı! İlk akla gelen, dağınık, nicedir rafına el ve toz bezi sürmemiş biri olduğunuz yargısıyla, neden kim bilir ne zamandır orada unutulmuş bu “hiçbir işe yaramaz”ı çöpe atmadığınız sorusudur büyük olasılıkla. Sizin dışınızdaki herkes için, son derece haklı bir sorgu ve yargıdır bu.

Ama, kim bilir, belki de bir çöp biriktirici değilsinizdir aslında. Siz o çengelli iğneye baktıkça canlanan bir hayaliniz vardır, olur a. Diyelim, şu çıtçıtlı, düğmeli, cırcırlı nevresim dönemine yetişememiş, yetiştiyse de benimsememiş annenizin, yorganınızı, sizin gırgır geçişleriniz arasında, daha büyük boyutlu bir çarşafı uçlarından kıvırarak kaplarken, tutturmakta kullandıkları arasında tam sıra ona gelmişken, aniden yorganın üzerine yığıldığı, ucu klipse takılamamış çengelli iğnedir o, ne malum? Paslı ve işlevsiz haliyle bile, milyonlarca benzerinden farklı bir nesnedir o öyleyse. Siz anı deyin, ben hayal, öyle bir şeyin parçasıdır. Annenize vefa gibidir. Değerini, kitaplık rafınızda görseler “kaldır at” demeyecekleri, hatta “daha iyi muhafaza et” diyecekleri, kuyumcu vitrinindeki bir pırlantayla mukayese edemezsiniz. Bunu bilemezler ve haklılardır…

Nesnelerin genel işlevinden, sizdeki iziyle ayrılır özel işlevleri. Hele ki, anı parçası olmuşlarsa…

Saçma! Her nesne, kullanılmak için alınır ve her kullanılış sırasında bazı anılara tanıklık eder. Bu hesapla, her şeyi biriktirecek miyiz yani? Fetişist mi ne!

Onu sizin değerler silsileniz belirler, neyi unutmak istemediğiniz. Kendi adıma, sevgilisini ilk kez kapısına yaslanarak öpmüş diye, bozulmuş buzdolabını atmaya kıyamayan birine deli gözüyle bakmam, o kadar. Nesneye tutku sığlığıyla, imlediği hayali sahiplenmek arasındaki farkı, “modern çağ”da anlatmaya da hiç kalkışamam.

Şimdi romanı bulup bakamadım, ama, Oblomov için, “bütün küçük insanlar gibi, işe yarar yaramaz bütün not kâğıtlarını biriktirirdi, atmazdı” filan gibi bir şey söyler Gonçarov. Söz aklımda yanlış kalmış olabilir, ama okuduğumda, o zamanki aklımla bunu üstüme alınıp, şimdi içimi sızlatan şeylerin de dahil olduğu bir yığını kaldırıp atışımı hiç unutmadım.

İşte, “paslı bir çengelli iğne be!” gibi bir şeydir benim kitaplığımda Lenin külliyatından fazla Zagor bulunuşunun anlamsızlığı. Hepsini ezbere bildiğim halde, sık sık el atışım böyle bir hastalıklı haldir.

Herhangi biri o sayfaları çevirdiğinde, uçuk profesörün “pisum alatum” böceğini aramak için yaptıklarını okur. Ben, babamın bavuluna pijamalarını ve yağlıboya takımlarını yerleştirip evden gidişini görmemek için o sayfalara gömülüşümü izlerim. O macerayı bir kez okuyan, kaldırıp atabilir. Çocukken okumuşsa, tamamen ilgisini de kesebilir. Ben sık sık o sahneyi düşünmek için dönerim “pisum alatum”a. Öğretmen komşumuzun, aynı macerada geçen bir sahneyi kullanarak, bir geminin batışı niye girdap oluşturur sorusunu yanıtladığım için “Üç Silahşörler” romanını kazanışımı da.

“Niye Zagor?” sorusunun yanıtı da budur işte. Çok daha iyilerini okudum, hâlâ bir çizgi roman tutkunu olarak ne bulursam okurum. Zagor, nitelik açısından, senaryoları açısından oldukça alt sıralarda kalır. “Çocuk işi”dir, basittir artık. Ama beni sahaf sahaf dolaştıran, yeni sayılarından çok eskilerini aratan, başka bir şeydir. O zamanlar niye tercihim oydu, ayrı konu, ama neticede, o yaşlarıma en çok tanıklık eden çizgi romandır Zagor. Her macerası, o çalkantılı günlerin bir anısına denk gelir, sayısız acı tatlı iz barındırır. Ve ben, o çağlarıma bağlıyımdır, beni bugünkü ben yaptıkları için.

Biz o çağlara hayal diyoruz, siz anı deyin. Bir yorgan kaplanırken, bir bavul toplanırken oluşur anılar. Paslı bir çengelli iğne, çizgileri arasına kaçılmış bir zırvalıktır bazen, onları süsleyen.

Ferri benim kaçıp saklandığım yeri çiziyordu, Darkwood’u değil. Ferri benim direncimi ilham ediyordu, işkence direğindekini değil. Ferri benim isyan çığlığımı attırıyordu, Baltalı İlah’ın değil. Ferri benim cılızlığımı desenliyordu, Zagor’un gücünü değil. Ferri bizimle gülüyordu, Çiko’ya değil. Öyle öyle geçiyordum merhalelerden. Sonradan yalınlaştırarak, aradan kimliğine bürünülmüş bir kahramanı çekip çıkararak, çıplak görerek bakmak üzere, o an için süslüyordu. Bir çocuğun kötü şeylere tahammülünü genişletiyor, iyi şeyleri unutmaması için çağrışımlar yüklüyor, büyümesini bekliyordu.

Ferri bunları bilemezdi. Birlikte elimizde çizgi romanlarla bekleştiğimiz arkadaşlarım da. Ama ben o imzayı, “evet, bunları yaşadığına şahidim” dedirtmek için attırdım Ferri’ye. “Aradan bunca yıl geçti, unutmadık” belgesi olsun diye çektirdim fotoğrafı, iki ak saçlı olarak resmedilelim diye. Zaman makinesine bineyim diye bekledim.

Şimdi 81’inde yanılmıyorsam Ferri. Türkiye’ye gecikerek gelen, çocukken okuduğum maceraları çizdiğinde kabaca 30’larının başında olmalı. Bir söyleşisinde, Zagor’u çizerken, önce Robert Taylor’u model aldığını, ama her çizgi kahramanın, kaçınılmaz olarak çizerinin şekline, yüzüne büründüğünü söylüyordu. Ve bunu, çizer yaşlansa da, kahramanın kimliğinde hep genç kaldığı bir “Dorian Gray’in Portresi” kaderine benzetiyordu.

Bu kaderi paylaşıyoruz. Çektirdiğimiz fotoğrafta bir delikanlıyla bir çocuğun görülmesi bundandır.

Galliano Ferri’ye, o çizgileriyle hayallerimi süsleyen adama da gönül borcum yoksa, nedir ki beni bir nesneden, bir “canlı form”dan ayıran? Elimdeki, rafımdaki Zagor’dan çekineceksem, nedir ki beni geleceği tasarlayanların yanında tutan?

Büyümekten anladığınız çocukluğun silinmesiyse, anılarınıza vefanız yoksa, hayatınıza iliştirdiğiniz bir çengelli iğneden mahrumsanız, en sıradan teorik yazıyı olağandışı bir çizgi romana yeğliyorsanız, hayallerin nesnesinden, hayallerin öznesi olmaya geçemeyeceksiniz, ne yazık.

Bari, Ferri’nin anti-faşist mücadelenin militanlarından, partizan ağabeyinden girilseydi konuya. Hâlâ Zagor okumaktan utanmakla, Cumhuriyet’in berhava oluşuna kayıtsızlık arasında bir hat da çizilebilirdi. Çizgi romanın içeriğinden, bir ideolojik değerlendirme de çıkarılabilirdi. Çocuklar üzerindeki etkileri, okuma alışkanlığına müdahaleleri...

Aman boşver, bu da böyle apolitik bir hafta sonu yazısıdır, okumasan da olurdu a politik!