Hâlâ Fenerbahçeliyim...

Peşinen söyleyeyim, son zamanlarda hiçbir yazı bu kadar zorlamamıştı beni. Saatlerdir yazıp yazıp siliyor, değişik başlangıçlar deniyor, konuya oradan buradan dalıp çıkıyor, debeleniyorum. O kadar çok şey üşüşüyor ki zihnime, seçemiyorum, hâkim olamıyorum. Bir bakıyorum, takım tutmanın fanatiklik boyutunu yansıtan tavrı pudra şekerine bulamaktan ibaret, mesnetsiz “halkçılık, devrimcilik” iddialı solcu, Çarşı’cı Beşiktaşlılık komedisine gelmiş laf bir bakıyorum, Frankofon kültürün bütün herzeleriyle malul “hırs”ın, cemaatle hemhal olmuş Galatasaray’ından dem vuruyorum.

İşte taraftarlık böyle irrasyonel bir nane. Sana ne onlardan, sen kendi tuttuğun takımın hesabını versene! Onları beş beter gösterirsen, sen aklanmış mı olacaksın? Ya da, hepsi aynı bunların savunmasıyla, geri çekilişini mi gizleyeceksin? Bakın, bu girişte bile, öbür takımlara ve taraftarlarına bel altı vuruştan geri duramadım. Evet, taraftarlık, böyle irrasyonel bir nane...

Halbuki ben diyecektim ki: Geçen gün, hayatımda ilk defa, Fenerbahçe amblemli bir tişört giydim ve insan içine çıktım. İlk defa olan böyle bir tişört giymem değil, o üzerimdeyken insan içine çıkmam...

Yoksa, evde üç-beş parça, forma, eşofman benzeri, daha çok da başka takım taraftarı yatılı misafirlere ikramda kullanarak hinlik etmek üzere bulundurduğum, Fenerbahçe renklerini ve amblemini taşıyan giyeceklerim, terliklerim filan mevcut. Hemen hepsi, Fenerium’a girerken midelerinin bulandığını söyleyen yakınlarımca alınmış armağanlardır ve verirlerken bu duyguyu, bu tiksinmeyi yüzlerine yansıtmakla yetinmez, binbir aşağılayıcı sözle de burnumdan getirirler.

Örneğin, ailemin, yedi sülalemin ve yakın çevremin ezici çoğunluğu gibi bir Beşiktaş fanatiği olan yeğenim, sık sık, “yahu dayı, senin gibi bir adam, nasıl olur da...” diye lafa başlar, Fenerbahçeli olmamı bana yakıştıramadığını dile getirir. Böylelikle de, sanırım ciddi bir yekünün duygu ve düşüncelerini yansıtır.

“Senin gibi bir adam...” soL Radyo’daki röportajımı dinleyen kim varsa, o bir saatlik söyleşiden sadece iki cümlelik Fenerbahçe kısmına takılıp, yüz kızartıcı bir suçumu itiraf etmişim muamelesiyle, aynı yeğenim gibi yaklaşır mevzuya.

Futbolla zerrece ilgilenmemekle övünen, biz ilgilileri kınayan nice insan, geçen seneki “kısa süreli şampiyonluk sevinci”mizle dalga geçerken görürüm ki, benden çok daha iyi izliyorlardır gelişmeleri. Örneğin ben, o sevincin sebebini, Trabzonspor’a karşı çok iyi oynayan takımı şampiyon olamasa da kutlamak zannedip, bu olgunluğa varmışlıkla şişinirken, endüstriyel futbol eleştirmeni bir arkadaşım anında telefon edip, işin gerçeğini aktarır. Anlaşılan, en ilgisizimiz bile, Fenerbahçe aleyhine bir şey ortaya çıktığında pür dikkat kesilir.

Genel olarak Fenerbahçelilik, özel olarak da “devrimci ve Fenerbahçeli”lik, uzun yıllardır lanetlenmekten artık şerbetli hale geldiğimiz bir yüktür sırtımızda. Bütün melanetlerin kaynağıdır Fenerbahçe ve “bizim gibi adamlar”, nasıl olur da... yargı ve sorgusu, hiç eksik olmaz.

İşte tam da, o yıllardır söylenen şey, “para, şike, işte Fener işte” sloganı ete kemiğe bürünmüşken, “eh, artık insan içine çıkamazlar” denilirken, ben Fenerbahçe’nin renklerini değilse de amblemini taşıyan tişörtü giydim, bir esprimi ciddiye alarak bana bu tişörtü hediye eden Galatasaraylı Nesrin yoldaşıma da, “belamı aramaya çıkıyorum” diye mesaj atarak sokağa indim.

Sokağa indim. Tıpkı, bir yılbaşı gecesi, kentin ana caddesine dalıp, şaşkınlık ve panik yaratan başıboş at gibi. Samarakis’in öykü kahramanı, “olması gerekene aykırı” davranan, alışıldık düzeni bozan, rahatsız eden at gibi. Neye baktı eşim dostum garipseyerek bilemem, “endüstriyel futbol” çağında bir komünistin takım amblemli tişört giymesine mi, “şikeciliği tescilli” bir takımın taraftarı olduğunu göstermesine mi...

Bunu yaptım, çünkü, bir başka öyküsünün kahramanı olmak gerekiyor gibi geldi bana, son günlerin keşmekeşinde. Bütün ülkeyi, insanlığı kuşatmış, egemen, güçlü, tek, karşı konulamaz sistemin bütün dayatmalarını kabul eden, bir pasaport alabilmek uğruna şiirlerinden bile vazgeçen, sistemin propagandasını yapmayı üstlenen şair gibi. O şairi, propaganda amaçlı bir şiirini okuması için televizyona çıkarırlar, sistemi öve öve bitiremediği o şiirinde, sistem, bir kelimeyi değiştirmiştir ama. Tuttuğu takım yerine, ezeli rakibinin adı girmiştir dizeye. Uğrunda her şeyinden vazgeçtiği pasaportu alabilmesi, takımından da vazgeçmesiyle mümkün olacaktır. Alt tarafı bir takım, ne önemi var ki? Nasıl olduğunu o da anlayamaz ama, bunu yapamamıştır işte. Kendi takımının adını haykırmıştır defalarca, programdan alınıp, meçhule götürülmüştür.

Dedik ya, irrasyonel bir nanedir taraftarlık...

Samarakis, azametli bir hâkimiyetin, tek ve sarsılmaz sistemin, kuşatıcı egemenliğin, böylesine küçücük direnç noktalarıyla delinip mağlup edilmesinin öykülerini anlatır.

Bunlar, kişisel tarihin, belki de en kayda değmez parçalarıdır, akla mantığa vurursanız. Altı yaşında bir kız çocuğunun en sevdiği konuşan bebeğidir. Bir profesörün aşk kaçamağında eylemci öğrenciyle karşılaşmasıdır. Bir atın, yolunu kaybedip daldığı, kendisini ürküten, bu yüzden koşuşurken ürküttüğü caddede takırdayan toynağıdır. Karşı apartmandaki kadına gelen, yanlışlıkla posta kutunuza atılmış bir mektuptur... Tek başlarına hiçbir önemleri yoktur, akla mantığa vurursanız... Ama, vazgeçilmezleriniz oluverirler bir an, uğrunda sisteme diklenirsiniz...

Takımlar da bu soydandır. Aklınız erdiğinde, rakip taraftarlarla dalaşırken giriştiğiniz rasyonalize etme çabalarının aksine, düşünüp taşınıp gönül vermezsiniz. Aynı sebeple, düşünüp taşınıp vazgeçemezsiniz de. Niye benim için önemli sorusuna yanıt bulamazsınız. Saçmalığının dibine kadar farkındasınızdır. Ama tutarsınız işte. Hani o, endüstriyel futbol, yok Salazar’ın 3F’si, bilmem ne şiddeti, mafya, bahis, para filan gibi, tartışma götürmez doğruları sıralayıp duran, teorilerini yapan, takım olgusuna çok mesafeli duran kim varsa, eğer bir dönem, çocuk yaşta, bir renklere gönül vermişse, hadi söylesin, alttan alta, o takım kazanınca keyiflenip, kaybedince burulmadığını...

İrrasyonel aykırılıklar da insana özgüdür ve bunun en belirgin ortaya çıktığı alandır takım tutkusu. Yoksa, nice aklı başında insan, konu takımından açılınca, niye zıvıtsın, gerçekleri görmemeye dirensin?

Şimdi elbette neden Fenerbahçeliyim sorusuna, oldukça da ikna edici yanıtlar verebilirim. Neden başka takımı tutmadığımı da açıklayabilirim. Herkes gibi. Önemli olan, bunun rasyonelleştirme çabası olduğunun farkındalık. Böyle bir çaba içine girmenin saçmalığını kabullenmek. İnsan olduğunu gizlemeye çalışmak gibi bir şey bu.

O yüzden, denemeyeceğim bile. Fenerbahçe taraftarıyım, itiraf ediyorum ve bu suçu hafifletici hiçbir mazeretim yok.

Peki, ne yapacağım bu durumda, son gelişmeler karşısında? Hiç. İsterseniz, işin perde arkasına bakabilirim. AKP iktidarı ve yargısının hayırlı bir iş yapmayacağının bilinciyle, bu olan bitenin sorgusuna girişebilirim. Devasa bir endüstri, bir rant alanı olan sporda, özellikle futbolda bir yeni dizayn hamlesinin ipuçlarını sıralayabilirim. Aydınlar’ın göreve gelmesinin nasıl bir düğmeye basış olduğuna ve yüzeyde kanka izlenimi veren Yıldırım-Erdoğan arasındaki asli çelişmeye bakabilirim. Neden Fenerbahçe diye sorabilirim. Beşiktaş Adliyesi ve Emniyet’in “basın sözcüsü”, Ergenekon mutemeti Baransu’nun operasyonu canhıraş savunmasından mide bulantısına geçebilirim. Yandaş basının, Taraf’ın satır aralarını okuyabilirim. Galatasaray operasyonu ile spora cemaat nüfuzu bağıntısını kurabilirim. Spor ve siyaset üzerine döktüren kalemler, bu operasyonu nasıl böyle bir boyutu yokmuşçasına, temizlik hareketi olarak görebiliyorlar diye şaşarım. Daha bir yığın açıdan değerlendirebilirim. Kendimi kaybedip, diğer takımların yediği haltları gündeme getirebilirim. Ama bunları benim yapmam, şu gün için yakışıksızdır, bir aklanma çabası gibi algılanır diye, işin asıl önemli boyutu olduğu atlanmamalı der, susarım, başkalarından beklerim.

Çünkü, taraftarlık denen irrasyonel nane, o kadar da uzun boylu değil. Bugün Fenerbahçe amblemli tişört giydiysem, bunları ertelerim. Ve canın cehenneme Aziz Yıldırım ve şürekası diyebilirim. Şikeye giriştiler, ondan öncesinde mafyayı futbolun bir parçası haline getirdiler, küstahça efelik tasladılar, silahlara, ihalelere hükmettiler ve takımımı kirlettiler, bütün bir futbol dünyasına da bu kirden sıçrattılar gerçeğini, operasyondan önce olduğu gibi şimdi de söylerim. Zaman zaman haksızlığa uğradığını düşündüğümü de sonraya bırakırım.

Ama, Fenerbahçe gönlümdedir yine. Üç-beş alçak eline düştü diye vazgeçecek değilim. AKP’yi seçti diye halkımdan, AKP yönetiyor diye ülkemden vazgeçmedim.

Ve bu operasyonun, siyasal çıktılarını bir yana bırakırsak, beni üzen tek tarafı, Alex’e, Gökhan Gönül’e, Aykut Kocaman’a başta olmak üzere, bütün futbolculara başkanları ve yöneticileri eliyle saplanan hançerdir, reva görülen haksızlıktır, emeklerine saygısızlıktır. Ben o emeğin verildiği, o terin döküldüğü bir takımın taraftarıyım. O tişörtü giymemin sebebi de bunu göstermektir, Aziz Yıldırım’a rağmen.

İrrasyonel bir nanedir takım tutkusu, insanı provoke edip, memleketin bunca zorlu gündeminde böyle şeyler yazdıracak kadar zıvıttırır...

Dolayısıyla, günlerdir nanik yapıp, şimdi ne diyeceksin bakalım, ne yapacak “senin gibi adam” deyip duran dostlara beyanımdır: Fenerbahçeliliğe devam ediyorum hâlâ!