Edebiyatsız Diyalektik Olur mu?

80’li yılların Cumhuriyet gazetesi kesiklerini bir sebepten kurcalarken, aralarında, Behiç Ak’ın “Kim Kime Dum Duma”larını doldurduğum sarı bir zarfa denk geldim. Birinde, bir baba, oğlunu oturtmuş kucağına, anlatıyor: “Bak, artık hayatı belli bir bilinçle kavramayı öğrenmelisin. İşe diyalektikten başlamalısın. Şunu unutma, her şey, değişim içindedir. Ve bütün her şeyin kökeni ekonomiye dayanır. Toplumsal olaylar, kültürel şeyler, vergiler, grevler, müzik, hep ekonomi tarafından belirlenir.” Üç kare boyunca sürüyor bu “bilinçlendirme”. Dördüncü karede, velet konuşuyor: “Annadım. Kazağımın renginin mavi olması, kuşların ötmesi, annemin bana kızması gibi.” Tahmin edersiniz, beşinci karede konuşma yok, bakışıyorlar. Altıncı karede, babanın işaretparmağı tehditkâr şekilde kalkmış: “Meseleyi çarpıtıyorsun arkadaşım!”

Altı karelik bir “diyalog”da, tipik ve ortalama solculuğun çarpıcı bir eleştirisi. O zamanlar, bunu, dönemin de etkisiyle, “devrimci duruşla dalga geçilmesi” olarak algılayıp içerleyenler olmuş muydu, hatırlamıyorum.

“İşe diyalektikten başlamalısın” öğüdüne baba kendisi uysa, her şeyi ekonominin belirlediği tezinin “ham marksizm”e ait olduğunu da bilecek, bunun diyalektik disipliniyle bağlantısı olmadığını kavrayacak, çocukça bir soru karşısında apışmayacak ve dahası, teorinin yetmediği yer raconuyla son karedeki demagojik saldırıyı sevgili yavrusuna yöneltmek yerine, “her şeyin birbirine bağlılığı” zincirini kullanarak bunu kazağın mavi rengine getirecek bir zihinsel oyuna girişebilecekti.

Bunları yapamayışından, babanın, edebiyatla ilgilenmediğini de çıkarsamak mümkün. Edebiyat derken, edebiyatı kastediyorum. Bunu derken, neyi kastediyorum?

Ortalama ve tipik solculuk, varsayalım, “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” broşürünü, “Felsefenin Temel İlkeleri”ni okumakla, meselenin künhüne vardığı yanılsaması yaşardı o yıllarda. Sanmam ki, hâlâ öyle olsun. Ama, bir başlangıç noktası olarak bile, yaşattığı yanılsama ve basitleştirici formülasyonlar içermeleri açısından, yazılış amaçlarından sapılmış olarak okunmaları nedeniyle, günahları olmasa da bir kuşak üzerinde zararı yararından çok olmuş bu el kitaplarını fersah fersah aştıklarını, çok daha boyutlu okumalara giriştiklerini kabul edelim yeni kuşağın. Yine sanmam ki sonuç değişsin, Ak’ın karikatüründeki babalıktan kurtulunsun. Teorik bilgi, diyalektikten söz ediyorsanız, siyaset üretmekten söz ediyorsanız, yetersiz bir araçtır çünkü.

Hani, Lenin der ya, “keskin sol”la polemiğinde: “Onlar da esnekliği olan bir taktiğin gereğini pek iyi anlamışlardı onlar da marksist diyalektiği öğrenmişlerdi ve başkalarına da öğretiyorlardı ama bu diyalektiği uygulama zamanı gelip çatınca, o kadar büyük bir yanlışlık yaptılar ki, diyalektikçi olmadıklarını, hızla biçim değiştirmeleri göz önünde bulundurmada yeteneksizliklerini, eski biçime yeni içeriğin girişini hesaplamada anlayışsızlıklarını öyle açığa vurdular ki…”

Diyalektiğin manzumesini bilmek, ama uygulamada sınıfta kalmak, durum değişikliklerini, eski-yeni-biçim-içerik değişkenlerini hesaplayamamak. Burada, felsefi yetersizliğin payı kadar, edebiyat yoksunluğunun da payı vardır.

Tıpkı felsefi el kitapları gibi, edebiyat deyince de, devrimci menkıbelerdi, bir kuşağın baş ucunda duran. Kuşkusuz, çok önemli işlevleri vardı, çoğunluğu gerçek hayattan alınmış destanlardı, mücadele azmi aşılar, isimsiz kahramanlara bir gönül borcu öder, onlara özendirir, kazanma umudu, direnme gücü verir, bir karşı koyuşu belgelerlerdi. Ama edebiyat değillerdi. Soyutlamalara, muhayyilenin genişlemesine, gündelik hayatın bütünlüklü insanına, karmaşık duygusal evrelere pek pay vermezlerdi.

Bu iki kanaldan beslenen babaydı, Ak’ın karikatüründeki devrimci.

İstedikleri kadar teorik, siyasal birikime sahip olsunlar bugünkü devrimciler, heybelerinin bir de edebiyat ağırlığı taşıyan kefesi olmadıkça, öyküye, şiire, müziğe, sinemaya, ama onların “devrimci içerik”le yetinen değil, “sanatsal form, estetik yapı” taşıyan örneklerine de en az o kadar eğilmedikçe, siyaset üretemeyecek, Lenin’in küçümsemesinden kurtulamayacaklar.

Nedeni çok açık. Siyaset üretmek, gelişmeleri sağlıklı gözlemlemek, anlık karşılık verebilmek gibi, birincisi materyalist, yani olguya çıplak bakan, gerçekliği bütün boyutlarıyla görebilen göze, ikincisi, bütün bu olgular arasındaki bağlantıları kurabilen ve “nesnelerin esnekliği”ni kavrayabilen diyalektik zihine bağlı süreçler, yüksek düzeyde soyutlamalar gereksinir. Bunlardan çıkan sonuçların, somut, basit aktarımı, arkasındaki sürecin böyle işlemediği yanılsaması yaratmamalıdır.

Gerçek hayat, kalıplara, formüllere sığmaz, “değişmez”ler içermez. Dolayısıyla, her durumda cepten çıkartılacak hazır reçeteler sunan bir siyaset rehberi yoktur. Ve diyalektik, bu anlamda en çok da, ideolojik perspektifin değişmezleriyle, siyaset üretmenin değişkenleri arasındaki bağı kurarken lazımdır bize. “Teori gridir…” bilirsiniz…

Edebiyatla, estetik hazla ilgilenmiyorsanız, onlar size boş zaman işi gibi geliyorsa, bu bağı kuramayacaksınız. Dolayımlı düşünme yetisinden yoksunsanız, bir kazağın neden mavi olduğunu, zincirleme süreçlerle hiç değilse zihinsel oyun olsun diye açıklamaya girişemiyorsanız, teoriniz, siyasal birikiminiz, safiyane bir soru karşısında size işaretparmağı sallatacaktır.

Bir şiir dizesindeki imgeyi, bir film karesindeki “aks atlama”yı, bir romandaki karakteri tanımlamakta sizi müphem bırakan derinliği, bir öyküde geçen bir cümlenin damakta bıraktığı tadı arayıp bulamayacaksanız, uğraşmayın, birileri söylemedikçe, bir siyasal gelişmeyi de sağlıklı analiz edemeyeceksiniz.

Edebiyat yoksa hayatınızda, imgeleriniz imgeleriniz yoksa düşünce zenginliğiniz yoktur. Edebiyat yoksa hayatınızda, çağrışımlarınız çağrışımlarınız yoksa örneklemeleriniz, bağlantı dokuyuşlarınız yoktur. Edebiyat yoksa hayatınızda, yazarlar yazarlar yoksa tümünün yaşantılarından derlenmiş geniş bir bakış ve deneyim coğrafyanız, çoklu zekâ bileşiminiz yoktur. Edebiyat yoksa hayatınızda, esin esinleriniz yoksa yaratıcılığınız yoktur.

"Ben üretilen siyasetle kitleler arasında bağ kuranım!” Edebiyat yoksa hayatınızda, kelime hazneniz de yoksuldur. Bir siyaseti “kitlelere”, hani şu, beş benzemez insanların tümüne anlatmak durumunda olan bir devrimci için, bundan daha müşkül ne olabilir? Onlara hayatın içinden örnekler verirken, siyasal literatürün dışına çıkarak konuşmanız gerektiğinde, elinizde hazır formüller olmayacak. Onları, o anlık zihinsel faaliyetinizle üreteceksiniz. Edebiyat yoksa hayatınızda, bildik kalıplarınızla çektiğiniz diskura bakakalacaklar. Anlattığınız siyaseti anlayamayacaksınız.

Devrimci siyaset üretmek ve anlatmak için, dizginsiz muhayyileye, zengin kelimelere ihtiyacımız var. Bunlarsız diyalektik, “dört temel kural”dan ibaret, kullanılamayan kuru bilgidir. Bunları işe yarar kılmanın yolu, edebiyattan geçer. Felsefenin ayağı, edebiyatın uçuculuğuyla yere basar.

Bir romandan, sadece yazarının üslubu nedeniyle tat alamayan, bildik deyimle, sanattan sadece “dünya sorunlarına çözüm önermesini” bekleyen, ne anladığını dile getiremediği bir dizeden bile haz duyabilmeyi beceremeyen, müziği fondaki ses değil o an üzerinde çalıştığı bir iş olarak dinleyemeyen, farklı hayatlara, farklı karakterlere, farklı insanlık durumlarına vakıf olamayan “siyasetçi”lerin tıkızlığıdır, kuruluğudur, “hayatın yeşilliği”ni ıskalatan.

Diyalektik. Ve edebiyat.

İsterseniz araştırın, bilinçli ihanet dışında kalanlarda, bunların yokluğudur, bir teorik kitaptan üç-beş alıntıyla bugünün Kürt hareketinin sorunlarını “kavradığını” sanan sosyalistleri koşar adım emperyalizmin, gericiliğin kucağına iten. Bu yüzdendir, çok devrimci duygularla 12 Eylül’den “Evet!”le öç alınacağı zavallılığına düşüş…

Önce diyalektik. Ve diyalektiği hayata katıştırabilmek için, felsefe, işlek zekâ, hayal gücü ve çepeçevre düşünebilme yetisi. Devrimci siyasetin olmazsa olmaz esin kaynakları arasına, bunları bir vitamin drajesi gibi buluşturan edebiyat yapıtlarını sokan bu gerçekliktir bugün.

Bu konuya devam edeceğiz. Argonun şu "edebiyat eşittir boş laf” kalıbını devrimci saflardan silip atasıya. O zamana kadar, "meseleyi çarpıtıyorsun arkadaşım” demek serbest...