"Geçici yeislerle daralmasın hiç göğsünüz bu topraklarda. Bir ufka varır bakarız ki, kendi adıyla, kendi sesiyle düzeni sarsıyor, gencecik bir Edip…"
Bir ufka varırız ki..
Asaf Güven Aksel
üçüncü mevki bekleme salonunda / siyah başörtülü, / çıplak ayaklı bir çocuk yatıyor.
ben dolaşıyorum... / gece ve kar – pencerelerde / bir şarkı söylüyorlar içerde.
bu, giden kardeşimin en sevdiği şarkıydı / en sevdiği şarkı / en sevdiği / en….
bembeyaz karanlıkta parlayan raylar – / uzaklaşılıp kavuşulmamayı hatırlatıyor.
Hâlâ Doğu Ekspresi var mı, aynı güzergâhta yataklı vagonları sarsılır mı, bilmiyorum. Ama vardı ve gerçekten de kar yağıyordu, geceydi. Şarkı denemezdi, besteye uyarlarken değiştirildiği gibi, türküydü, ağıttı bekleme salonunda mırıldanılan. Giden kardeşimin en sevdiği, hep söylediği. Çıktım Kozan’ın dağına… Kucaklaşıldı, zorunlu iskândan dönülemeyeceğini, bir daha kavuşulamayacağını bilmezden gelir gibi, kısa, sert, alelâdeleştirilmiş… Süngü sonra, sıkmak yumruğu yere doğru, raylara dalıp gitmek, gece ve kar ve tıkırtı, biteviye…
Sonra, o yakıcı sesten her dinleyişte “Giden”i, yıllar ve yıllar boyu, tekrar ve tekrar, o gece çöker, o kar tozar, o kaçak kucaklaşma süngülenir. Çocuk hep çıplak ayakla uyumaz belki ama hep tıkırdar ray, örter utanılan hıçkırığı… Bir şarkı söylenir, mevkisizdir…
Filanca albümün, filan yüzündeki, bilmem kaçıncı sırada yer almaz ki bizim türküler, şarkılar. Orada kalarak tanımlanmaz ki. Ne şiiri öyle dizilmiştir, ne bestesi öyle dökülmüştür. Hayatınızın bir ânına tanık olur, bir ortak maceradan pay verir.
Edip Akbayram’ın hatırası önünde, sadece Nâzım’ı içimize işleten, bende yeri çok ayrı bu parçayla bile eğilebilirdim. Telefonda, “arkadaş, işin yoksa gel hele” diyen davetleriyle anabilirdim. Diyelim, “Korkuyorlar”a çalışırken, mütevazı danışma sahnesiyle portresini çizebilirdim…
bize türkülerimizi söyletmiyorlar…
Bunu Robeson’a Nâzım kadar içten söyleyecek isimlerdendi Edip Ağabey. Söyletmediler de ne oldu, korkuları neyi önledi derseniz, o ayrı. Sevmekten, şafaktan, dokunmaktan, ağlamaktan, gülmekten, tohumdan, topraktan korktular da, iskontosu, komisyonu olmayan sıcak dost elinden mahrum, sadece korktular da, Edip Akbayram gelmedi mi başlarına sanki? Sustu mu?
O susmamakla kalmadı. Bu düzenin önüne serdiği halılara, yaldızladığı ödüllere, nicelerini kul ettikleri cüzdanlara tenezzül etmediğini öyle meydan meydan gösterdi ki… Aşk olsun! Sadece bu cümleyi kurmak, farklı Edip Akbayram vedalarından daha anlamlı geldi bana.
Daha önce kaydını dinlememiştim, “Kükredi Çimenler”in. Veysel’le birlikte, doğayı sarsarak uyandırmış da çıkmış sahneye, ama, zaman öyle zamandı ki işte, halkçı-devrimci gençliğin kulağı, “fakirlerin fukaraların, açlıktan ölenlerin” üstüne ince ince yağan karla fark edecekti bir harnçereyi. Mahzuni, “ağa”lığı yerecekti şu yarı-feodal ülkede ki, irkilecektik. Köylünün tütmeyen bacasıyla beylere dönecekti cephe sonra, Mehmet Emmi’yle birlikte, fabrikanın bacasına yolculuk başlayacaktı, eşlik edecektik…
Sonrası “bizim” Edip Akbayram’dı işte… Eşkıya, Aldırma, Gittin Gideli, Hasretinle, İstanbul… İlle Güzel Günler Göreceğiz…
Ne çok şairden, ne çok şiirden, ne çok ortak şarkıdan, türküden geçerek, bir benzersiz sesle, yorumla varıyoruz Edip Akbayram olgusuna. Bütün birikimimizi sanki bir “diskografi”de örneklemek ister gibi üretmiş. Akarsuları denize çağırırmış gibi durmuş. Dokunmuş bize. Her birimizden mutlak bir damla almış, üç damla yapıp geri vermiş…
Bir ağabeyi, bir dostu, bir sanatçıyı, bir devrimciyi uğurlamak, her zaman ete dikendir. Doğru, ama Edip Akbayram’ın ardından, bir can dostumun “gittikçe yapayalnızlaşıyoruz” demesi bir farklı dokundu içime gene de. “Ne halt edeceğiz” demesi…
Yeri dolmaz, doldurulamaz deriz ya çoğu kez, gidenlerin ardından. Yitirilenin, kendi yaşamından bizim yaşamımıza kattığı çizgileri “hatıra”da eşitleriz de, her “insan teki”nin “kendine münhasırlığı” anlamında, genelgeçer bir söz gibi algılarız bunu bazen. Keşke o kadar basit olsaydı anlamı.
Yapayalnızlaşma, ne halt edeceğini şaşırma duygusu, son yıllarda “yeri dolmazlık” kekreliğiyle çöker oldu üstümüze. Doğa kanunu, mutlak gerçek, ne derseniz deyin. En değerlilerimiz de gidiyor. Özgüllükleri anlamında, eksiliyoruz evet. Ama tuttukları yer? Doğa boşluk tanımazdı ya hani? O yer ne olacak? Mücadele boşluk tanır mı?
yetişin nefesim bitiyor / yetişin bana kuşlar
ya özgürlük adına / ya da sevda hatırına
Devlet ricali, taziyesizdi, sınıf bilinçliydi, güzel. Omuzlayanlarla adımlıyordunuz Edip Ağabey’in taşıdığı bir saflaşmayı. Sonra kavrıyordunuz artık vedalaştığınızı. Nefesi biterken, özgürlük adına, sevda hatırına çağıran bir sesti susan. Hayat devam ederken kavrayacaktınız bunu daha çok… Boşluk büyüyecekti… Yetişin!
Bir genç kadın, başörtüsünü tutuyordu ucundan bir dizide ve bağırıyordu: “Bu, bana dokunamazsın demek!” Tek bir sahne, tek bir replik bile, nasıl da açıktan, alçakça kötülük yığıyordu toplumun, kadının sırtına ve dönüp bakıyordunuz, Edip Akbayram yok.
Piyonlarla hamleler yapılıyordu bölgenizde, Devlet Bahçeli’ye reveranslar kaplıyordu ortalığı. Ne büyük, ne iyi kalpli, ne sözünün eri devlet adamıydı, ne barışseverdi o! Devlet’in okşama ihtimalini sever gibi kuyruğa girenlerin yaka kartlarına bakarken mideniz bulanıyordu, biraz ferah hava almak istiyordunuz, Edip Akbayram yok.
Türk sağını Kürt deterjanıyla aklayıp sırtlayanlarla, feodal gericiliği mü’min paydasıyla kucaklayanlarla, ABD’nin “daha fazla İsrail”ine diz çökenlerle, faşizme ipek şallar örtülürken, mendiliniz kanıyordu, Edip Akbayram yok.
Edip Akbayram yokluğu, şarkılarıyla, türküleriyle varlığını sürdürdükçe, içe işleyecek asıl. Paradoks mu? Yok, günbegün ihtiyaç.
Hasretiyle yanacak hep içimiz, ama bu yokluğun acısıyla kasılıp kalacak, bu tablodan sadece hüzün çıkaracak değiliz. “Şahsına münhasır”lığı duracak, o konuda elden bir şey gelmez. Duruşunun boşluğuna ise, çok çok dövüşenin yası kadar tahammül edebiliriz.
“Düşmanlar kına yaksın, dostlar girsin saflara” diyenlerden geliyordu Edip Ağabey. Biz de…. Gün gelir ustalar da gider, yasadır. Bıraktıkları filiz verir, yasadır. Geçici yeislerdir kayıplarla üstümüze yüklenen. Yapayalnız kalmayız biz bu topraklara ekilmiş tohumların bereketinde. Bir ufka varır, bakarız ki, haramilerin saltanatını sarsıyor bir gencecik Edip. Kendi adıyla, kendi sesiyle… Yetişin! denilmiştir bir kez, biliriz yapılması lazım geleni…
ya umutlar biterse?
Bitmez. Boşuna çekilmedi ki bunca acılar…
* * *
Son günlerin popüler Devlet övücü figürü Sırrı Süreyya olup da, Selahattin Demirtaş’ı, Yılmaz Erdoğan’ı bile geride bırakınca, kendisiyle ilgili şu eski “detayında ve esasında” değerlendirmemi hatırlattı. 11 yıldır o da değişmemiş, avlandığı saha da! O ünlü sözü de, “Devlet başa ve kuzgun leşe” olarak güncelletse mi?
Detayında ve esasında Sırrı Süreyya... |
|