Bahşetme ve devrimcilik

Vo Nguyen Giap’ın öldüğü haberine şaşırdım. Yaşadığını unutmuştum.

Yıllar önce, bu büyük komutan ve devlet adamıyla Che arasında bir karşılaştırma yapmış, neden gençlerin duvarlarını Giap’ın posterlerinin süslemediği sorusuna yanıt aramıştım.

Che 39 yaşında öldürülmüştü. Giap 102 yaşında ölmüş.

Yaşamları emperyalizme karşı elde silah savaşla, halk iktidarları kuruluşuna önderlikle, bağımsızlık ve devrim mücadelesine sınırlar ötesi katılımla geçmiş iki önderden biri, kapitalizmin bile kullanmaya yeltenmesine yol açacak güçte ve yaygınlıkta bir devrimci imaj olarak belleklere kazınmıştı, ölümsüzleşmişti, diğerinin yaşadığının bile farkında değildik.

Bu yalnızca Küba ve Vietnam farkıyla açıklanamaz.

Che’nin Giap’a fizik özellikler açısından üstünlüğüyle de.

Devrimci savaşçının çıktığı dağlar romantizminin, işgale karşı balta girmemiş ormanlar, sazlıklar ortasında çocuk ağırlıklı ordu yönetme gerçekçiliğine göre çekiciliğiyle de.

Che, hayran olunası kişilik özellikleriyle öne çıkan “kendi başına” bir devrimci figür olarak duyguları da kamçılarken, Giap, sessiz ve kendisini öne çıkarmayan bir figür, bir parti militanı, bir gerilla olarak yaşadı.

Az şey başarmamıştı Giap, ama, ömrünü 14 yaşından itibaren adadığı örgütlü mücadelede, Ho Chi Minh’le birlikte partisinin altını çizmiş, kendisini soluklaştırmış bir görev adamıydı.

Belki de bu yüzden, bir partili gerilla, “işgalciler her zaman kaybetmeye mahkumdur” diyen adam, 102 yaşında ölmüş diye duyduk, geçtik... Sanki işgalci kovulmuş, sosyalist bir toplum kurmaya girişilmiş, içişlerinden maliyeye bakanlıklar yapmış Giap, o sıralarda buharlaşmıştı. Yaşıtlarıma sordum mesela, devrim yıllarının dost ülkesi Çin, Vietnam’a girdiğinde Giap ne tavır almıştı diye, anımsayan çıkmadı.

Fransız, Japon, ABD emperyalistlerine ağır yenilgiler tattıran komutanı, büyük devrimciyi saygı ve minnetle anmak, biraz da, yaşadığını neden unuttuğumuzdan çıkarılacak bir dersle mümkün: O böyle istemişti!

Evet, bunda çok ibret vardır, devrimci aydın adayları için özellikle...

* * *

Biz, Giap’ı unutabiliriz. Çünkü, ondan çok daha... Çok daha...

“Biz devlerin omzuna tünemiş cüceleriz. Böylece, onlardan daha iyi görebiliyor ve daha uzakları seçebiliyoruz. Gözlerimiz daha keskin, ya da boyumuz daha uzun olduğu için değil, sırf bizi havaya kaldırdıkları ve bizi devasa boylarının tüm haşmetiyle yükselttikleri için...”

Bernard de Chartres, bir devrimcinin, bir aydının asla unutmaması gereken gerçeği fısıldıyor burada. Ama bunu bilmek, kendimizin farkında olmak, gökten zembille inmediğimizi, evvel ve âhir olmadığımızı, vefa borcumuzu, her şeyin bizimle başlayıp sürmediğini, biricikliğin palavra olduğunu bilmek yetmez. Bir de o yücelten devler açısından bakabilmek var düşünülmesi gereken.

* * *

soL’un ilk yaşını kutlarken, hani o geçen hafta bahsettiğim sahanlıkta, biz basamaklara sıralanmışken, bir kuru sandalyede oturan Ahmet Cemal’e takılıp kaldı gözüm. Bir bardak şarap, biraz çerez, bir minik pastadan oluşan ziyafetimize konuk olmuştu. Sokak ışığı loşluğunda, elinde bir kâğıt bardak, bir sahanlıkta...

Aramızdaydı, yine bizi övmeye gelmişti, bizi, onun gibilerin omzuna tünemişleri...

TKP’nin halka açık yapılan, yeni üyelere rozet takma toplantısında da aramızdaydı, konuk olarak. Salonun dışına çıktığımda, bastonuna yaslanarak ağır ağır uzaklaşırken görmüş, yanına koşmuştum. Bir hayli boğucu bir ortam vardı salonda, havalandırma sorunundan kaynaklı ve “kalbim daraldı, duramadım daha fazla” demişti. Ama, demiştim pattadanak, size de rozet takmayı düşünüyorduk? Bir an, böyle apansız ve öngörüşmesiz teklifte bulunma cüretkarlığını paylamak sandığım şekilde, ciddi olup olmadığımı sordu. Ciddiydim, ne yapalım. Pek sık kullanılan kelimeler değil, ama, gencelmek, dinelmek nedir, gözlerimle gördüm. Baston, bir aksesuara dönüştü delikanlının elinde: Bunun için, gaz odasında ölmeyi bile göze alırım!
Rozet takılırken, bunun kendisine bahşedilmiş en büyük ödül olduğunu söyledi...

Bir kez daha vermişti dersini. Bahşedilmek...

Bizim bu teklifi yapan insanlar olmamızda, çocuk yaşlarımızdan beri yazdıklarıyla, çevirdikleriyle, öğretmenliğiyle inkâr edilemez payı olan, bizi yetiştiren ve biçimlendirenlerden koca Ahmet Cemal’e, şimdi bir şey bahşediyorduk ha?

Bize üyeliğini, desteğini, dostluğunu, emeğini bahşetmiyordu da, biz ona bir başka mertebe bahşediyorduk: Örgütlü aydın olma, partili olma, mücadeleye bu düzeyden katılma fırsatı!

Bunu bilince çıkartmak, aydın olabilmenin başat gereğidir, bu böyle bilinsin. Budur verdiği en önemli ders Ahmet Cemal’lerin...

Çok daha öncesinden, gazetemizin Kitap ekine yazması teklifimizi “onur duyarak” kabul ettiğinden beri verdiği ders.

Yazısının virgülünü, fotoğrafının boyutunu aklına bile getirmedi, daha baştan, “hiçbir hakkı mahfuz değildir, siz nasıl uygun görürseniz” tevazusuyla, bir ortak aklın parçası olmayı kabulün gereklerini yerine getirdi. Hiç, bennn, koskoca bennn, benim için ne yaptınız demedi, hep, ne yapabilirim diyen, görev talep eden, küçüğüne büyüğüne bakmadan üstlenen “örgüt adamı” oldu.

Bize yılların birikimini, emeğini, adını bahşetti Ahmet Cemal. Ama, bizim bahşettiğimizi, her şeyin üzerinde tuttu.

Devrimci, örgütlü aydın olmak... Bir kolektifin parçası, emek vereni olmak. Mertebe dediğiniz budur, dedi bize, alınabilecek en önemli dersi verirken.

* * *

Kendisini değil, verdiği mücadeleyi, mücadelenin araçlarını öne çıkartan aydın olmak, gerilla olmak...

Giap’tan Ahmet Cemal’e, adını, öznesini, yaptıklarını, önemlerini silen, “biz ve mücadele araçlarımız” olarak tanımladıkları şeylere tabi kılan devlerin omzundayız. Kendisini önemsizleştirircesine, devrimci mücadelenin en önemli işini üstlenenlerin...

Evet, bunun farkında olmayanlara, ben’ini her şeyin üzerinde tutanlara, çok ibret vardır bunda...

* * *

Yazı uzadı yine. Bundan böyle, çok daha kısa, ama gündeme göre, periyodik olmayan başka günlerde ve sayfalarda da yazmaya niyetliyim. Bakalım...