Murat Bey’in satır aralarından bunun bir sanat olduğunu anlıyoruz. Bir tür keriz silkeleme sanatı veya disiplini… Çünkü Murat Bey gerçekten eğleniyor.
Murat Ülker ile keriz silkeleme sanatı üzerine
Anıl Çınar
Biliyorsunuz “keriz silkelemek” bir borsa deyimi. Büyük oyuncuların mali ve ilişki güçlerini kullanarak piyasayı manipüle etmeleri sonucu küçük oyuncuların duygudurum dalgalanmalarından para kazanmalarına deniyor.
Halbuki hayatın kendisi koca bir borsa olarak görüldüğünden olacak türlü patron, şirket sahibi ve yöneticisi bu silkeleme işine ayrı bir boyut kazandırmış durumda. Daha emekli olmayı beklemeden anı kitabı basıyor, engin tecrübelerini anlatıyor, yaşam koçluğuna adım atıyorlar.
Sahiden sinir bozucu bir durum bu. Kitapçıya gidiyorsun onlar, haber takip ediyorsun onlar, video izleyeceksin onlar, reklamda onlar… Biz her yerde sizin kompozisyon ödevinden hallice saçmalıklarınızla karşılaşmak zorunda mıyız?
Bu düzenin çarkları arasına sıkışmamız yetmezmiş gibi bir de her şey kendi suçumuz oluyor. Ne olup olamayacağımıza da patronlar karar veriyor. Onların öğütlerini dinleyeceğiz, üç kuruşluk felsefelerinden hayatımıza anlam devşireceğiz ya da hırslanıp onlardan biri gibi olmaya uğraşacağız. Hatta bunun için de kitaplarına para vereceğiz.
Murat Bey ise bu konuda ayrı bir seviyeye gelmiş durumda. Çünkü onun işi anılarla falan değil, o direkt felsefe yapıyor. “Bu yazma ve paylaşma konusu beni okuma konusunda belirli bir disiplinde tutuyor” diyor ama bu özdisiplin planına biz neden tanık oluyoruz onu anlayamıyoruz.
Nereye gitsek “Murat Ülker şunu yazdı” karşımıza çıkıyor. Koca koca haber siteleri Murat Bey’in buluşlarını ve yorumlarını yayınlayıp duruyor.
Ne çok seveni varmış!
Murat Bey’in satır aralarından bunun bir sanat olduğunu anlıyoruz. Bir tür keriz silkeleme sanatı veya disiplini… Çünkü Murat Bey gerçekten eğleniyor.
Mesela, sanat koleksiyonuna kattığı parçalarla ilgili bir soru geliyor kendisine. Soruyu soran ise Ekonomim’den Gila Benmayor. Gila Hanım her zaman olduğu gibi patronlara uzatıyor mikrofonu:
“Tam da burada bahsedeceğim nedenle koleksiyoner değilim, koleksiyonerlik belli bir disiplin ve çerçeve içerisinde olur. Ben, baktığımda bağ kurabildiğim eserleri, eğer denk düşerse koleksiyona katmayı seviyorum. Bu da bana çağrıştırdığı bir anı, geçirdiği bir his ya da duyguyla başlıyor. Onu görmeye devam etme isteği yani... O yüzden belli bir aritmetiği yok. Hepsi benim için kıymetli. Düşünsenize siz, ben, hepimiz gideceğiz onlar kalacaklar... Biz onlara bir süre geçici ev sahipliği, bir nevi bekçilik yapıyoruz yani.”
Murat Bey bizimle kafa buluyor. Kendi mülkiyetine geçirdiği eserlerden bahsediyor. Halbuki tam da Gollum’un Hükmeden Yüzüğe baktığı gibi bakıyor bu eserlere. Kıymetlimis… Aslında farkında ne yaptığının ama “bizimkisi ev sahipliği” demek istiyor.
Bu arada, bu duygunun ve kelimelerle kafa bulma sanatının başka sevenleri olduğunu da yine Gila Hanım’dan öğreniyoruz. Bu sefer sahne Borusan’ın eski “efsane” CEO’su Agah Uğur’un. Gila Hanım’la DAVOS’tan tanıştığını anlıyoruz. Bizim burada Davos’a gidenler için ne denilir, şimdilik söylememeyi tercih ediyoruz, sözü patrona veriyoruz:
“Benden bağımsız görüyorum. Kurumsallaşmış bir şirket gibi. Sahipleri kendilerinden bağımsız görüyorlar şirketleri. Şirketleri önde kendileri arkada. Ben koleksiyonerliği de öyle görüyorum.”
Kafa bulmanın da bir sanat olduğunu anlıyoruz. Murat Bey ise bunu silkeleme aşamasına taşıyor.
Geçtiğimiz günlerde kendi bloğunda yazdığı (ve tabii ki her yerde karşımıza çıkan) bir yazıyla devam etmek istiyoruz. Bu sefer konu çalışma saatleri, işçi verimliliği, serbest zaman…
Murat Bey gözlerini Yunanistan’a çeviriyor. Yunanistan’da yeni yürürlüğe giren altı iş günü çalışma kuralı dikkatini çekiyor. Yazı önce kendisinin “dedim, ama bir sorun niye dedim” kıvamında bir alıntısıyla başlıyor: “Haftada 4 gün çalışmanın verimli olduğu kanıtlanırsa niye denemeyelim?” Sonra samimi duygularını ifade etmeye başlıyor: “Gelenek olarak Avrupa’nın çalışmayı sevmeyen bu toplumunun çalışma şart ve prensipleri mensup oldukları Avrupa Birliği şartlarına göre çok daha rahat ve geniş.”
Kelimelerle kafa olanlara yardımcı olalım. Yunan işçisinin sıkıya gelmesi gerektiğini, iş disiplinin böyle kurulabileceğini söylüyor. Gökten inmiş gibi anlattığı, “çalışma şart ve presipleri” dediği şey Yunan işçisinin mücadeleyle kazandığı haklar. Sendikanın çalıştığı, işçinin mücadele ettiği yerde “haftada 4 gün falan boşverin bunları, binin tepelerine" diyor.
Kesesinde başka neler saklıyor diye bakmaya devam ediyoruz, kitap incelemelerine denk geliyoruz.
Bir pasaj görüyoruz. Friedrich Engels’in “İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu” kitabında anlattıklarıyla 2018 senesinde Prof. Philip Alston tarafından BM adına yazılan rapor arasındaki benzerlikler dikkatini çekiyor. Engels’in kitabı işçi sınıfı fertlerinin hangi sefil şartlar altında yaşamak zorunda kaldığını anlatıyor. Ve kitabın mesajı karıştırılmaya hiç müsait değil: Bu sefil şartların yaratıcısının, en tepesinde patronların oturduğu bir düzen olduğunu söylüyor Engels.
Murat Bey hiç üstüne alınmıyor. Alınmamanın sanata dahil olduğunu anlıyoruz. Murat Bey alınmıyor, bahsi insanlıktan açmaya yelteniyor ve sonunda devletçilik düşmanlığına varmanın bir yolunu bulabiliyor:
“Evet haklılar, insanın gayesi hayatını kazanmak değil iyi insan olmaktır. Ama yine insan için kendi gayreti ile kazandığı kutsaldır. Herhalde güvence adı altında körfez ülkelerindeki bazı şehir devletlerinde olduğu gibi herkesin maaş/mansıp adı altında devletten koşulsuz bir para alması kasdedilmemektedir. “Güvence” muhtaç olunduğundaki belli bir süre için olmalıdır. Yoksa batıdaki gibi işsizler ve sığınmacıların istismarına açıktır.”
“İşsizlik neden var?”, “Sığınmacı sorununu başlatan kimdi?” bunlar Murat Bey’in bilimsel melekelerini aşıyor. Ve her zamanki gibi, “işinizde birinci olun” öğüdüyle kapatıyor.
Dahası var ama yeter… Çünkü amacımız Murat Bey'i keşfe çıkmak değil. Murat Ülker sınıfının insanı, sınıfının cüretini gösteriyor. Biz işte bu cüretle ilgileniyoruz.
Biz de fazla uzayan bu yazıyı kapatırken Murat Bey’e referans verelim.
Yine yakınlarda yazdığı bir yazı: “Yönetim Kurulunda Felsefe Yapalım Mı?” Sokrates’ten Žižek’e uzanan uzunca bir liste yapmış. Sırayla bu isimlerin neler söyleyebileceğini anlatmış.
İşte “Sokrates, yönetim kurulunda temel sorularla diyalog başlatır, adaleti ve şeffaf iletişimi teşvik ederdi”, yok Hegel olsa “kurumsal “geist” (ruh) kavramını tartışarak, kurumun bütünsel faydasını gözeten adımlar atılmasını sağlar ve kararların bütünün faydasına olmasını teşvik ederdi”, yok Arendt olsa “totalitarizme karşı nasıl bir duruş sergileyebileceğimizi sorgulardı”…
Merak edenler için, listede herkes var ama Marx yok.
Bir anlığına, “belki Marx’ı filozof değil, devrimci bir siyasetçi olarak görmüştür” deyip, Murat Bey’e sahip olmadığı bir akıl mı atfedelim diye düşünüp vazgeçiyoruz, ama son söz olarak Marx’ın ağzından konuşma ihtiyacı duyuyoruz:
“Murat Ülker, babası gibi bir kapitalist ve yeminli bir antikomünist. Meydanı boş bulduğunu düşünüp fikir jimnastiği yapmaya başlamış veya bir kapitalist olarak hiçbir işe yaramadığı için boş zamanını eğlenerek geçirmeye başlamış.
Bizim zamanımızda işçi onuruyla böyle dalga geçme cüretini gösterenlere meydanlarda iyi yanıtlar verdik. Bizden sonra bu yanıtlar büyüdü ve Ülker gibileri bir kapitalist olarak insan içine çıkamayacak duruma geldi. Çünkü onlar işçilerin emeğinden zenginleşen, kanından beslenen vampirlerdi. İşçi olmak, emeğiyle geçinmek onurluydu; fabrikatör olmak, kapitalist olmak ahlaksızlık.
8 saatlik iş günümüzü de insanca koşullarda yaşama hakkımızı da sokaklarda mücadeleyle kazandık biz. Murat Bey’in “okul veya askerlik arkadaşlığı”na benzettiği ve “iş arkadaşlığı” dediği şey bir sınıf kardeşliğiydi. Ve Murat Bey gibi grev kırdırmak için fabrikaya asker çağıranlara karşı mücadeleyle ortaya çıkmıştı.
Ayrıca, “işsizlik, tembellik” deyip duruyor. İşsizliği işçi sınıfını terbiye etmek için kullanan kendisi değilmiş gibi. Beni yönetim kuruluna layık görmediği de iyi olmuş, çünkü benim yerim patronların değil işçilerin yanıdır.”