Anıl Çınar

O sarkaç kitleleri işaret etmeye devam ediyor. Ve bu sefer devrimci bir olanakla. Bu sefer, kartele meydan okuyan bir çalışmanın gerçek anlamda bir rakibi yok.

Meşruiyet sarkacı

Anıl Çınar

Tuğamiral Pisarevski bağırarak emir verdi: “Kimse kışladan çıkmayacak! Karşı gelen herkesi vurun!” Petrov isminde bir denizci herkesin gözü önünde tüfeğini doldurup önce bir yüzbaşıyı sonra da emri veren Pisarevski’yi vurdu. Başka bir subay Petrov'a soracaktı, “kazayla vurdun, değil mi? Arkadaşların senin bırakılmanı istiyor”.

1905 Rus devriminin öfkeli askerleri 1917 devrimi için öğreticiydi. Halk arasındaki devrimci kaynaşmanın silahlı kuvvetlere yayılmaması düşünülemezdi. Dahası ortada bir ders vardı. Bütün devrimler devlet aygıtında bir yarılmayla kendini gösteriyordu.

Ve fakat, aynı devletin aygıtı 1905’te bir papazı görevlendirmişti kitlelerin gazını almak için. Papaz bir yana, bütün bir Çarlık polisiydi söz konusu olan. 

Ama işe yaramadı. Yaramamasının bir sebebi vardı.

Bolivya’da “kendine darbe düzenleten lider” olarak anılan Luis Arce’nin meşruiyet oyunlarının işe yaramaması da aynı sebepten kaynaklanıyordu.

Bir örnekte kurgu tutmuyor, başka bir örnekte onurlu bir hakim devrimciler lehine karar verebiliyor, veya bir gazeteci devlete çalışan bir medya organını allak bullak edebiliyor, başka bir örnekteyse devrimci ahlak askeri hiyerarşiyi yerinden oynatabiliyordu.

Başka bir açıdan 15 Temmuz’da olup bitenler de aynı dersi işaret ediyordu. 16 Temmuz’dan bakan biri Erdoğan’ın bütün bu hengameden daha meşru bir lider olarak çıktığını asla iddia edemezdi. Asıl düğümü atan “Yenikapı ruhu” olmuştu.

Devlet aygıtında bir yarılma vardı kuşkusuz. Ancak bu ne doğrudan halk tarafından tetiklenmiş ne de bunun halka izdüşümü olmuştu. Yine de ortada bir problem vardı. Öyle ya da böyle, meşruiyet denilen şey kitlelerin kalpleri ve zihinleriyle ilgili bir meseleydi, oraya girilmeliydi.

Bu yalnızca devrimcilerin çıkardığı bir ders değildi. Her başarısız devrim girişimi egemenlere de ders veriyordu: Devlet aygıtının tepesinde oyun oynanmaz. Devlet aygıtı ile kitleler arasındaki ilişkiyi çözmeden hiçbir sınıf egemenliğini tesis edemez.

Peki ikisi arasındaki bağı kuran, düğümü atan, yani Yenikapı ruhunun tutmasını sağlayan ne olmuştu?

O zamanlar, yani darbe günlerinde CHP Grup Başkanvekili olan Özgür Özel, üzerinde tişörtle parlamento Divanına oturmak için hareketlendiği sırada, AKP'li Ahmet Gündoğdu'nun verdiği ceketi giymişti. Özel, ceketi giyerken, "Milli görüş ceketini bana da giydirdiniz sonunda." diye “latife” yapacaktı.

Özel’in ceketi parlamentonun bir devlet aygıtı olarak nasıl işlevlendiğini gösteriyordu. Çünkü söz konusu “Milli Görüş ceketi” bütün Türkiye’ye giydirilmek üzereydi.

Yani 20. yüzyılın başında olup bitenlerden farklı bir şey meydana geliyordu. Lenin 1905’teki devrim sürecini “toplumsal içeriğinde demokratik, mücadele yöntemlerinde proleter” diye tarif edecekti. 1793’teki Fransız devriminin hemen hemen tümüyle gerçekleştirdiği şeylerdi söz konusu olan. Ama sonrasında egemen sınıf adına epey bir deneyim birikti. Parlamento ise devrim girişimleriyle kendine gelen bir toplumsal düzen için "üzerine çalışılacak bir başlık" olmuştu.

Sıklıkla polis ve jandarma örgütlenmesinin nasıl modern dönemin ürünü olduğunu söyleriz. Veya Paris’in sokaklarının devrimler ve barikatlardan sonra Haussmann’ın elinde nasıl değiştirildiğini hatırlar dururuz. Silahlı kuvvetlerin profesyonelleştirildiğini veya sendikaların nasıl ele geçirildiğini, pasifize edildiğini…

Bütün bunlar egemen sınıfın acı tecrübelerinin ürünüydü. Her devrim devlet aygıtında bu sefer başka bir şekilde ortaya çıkan bir yarılmayla kendini gösterirken, egemen sınıfın bunun üzerine hiçbir şey koymaması beklenemezdi. Onlar da devleti yetkinleştirdiler, adapte etmeye uğraştılar.

Ancak sorun şuydu. Dediğimiz gibi, meşruiyet kitlelerin kalplerinde ve zihinlerinde olup bitenlerle ilgiliydi. Eninde sonunda, bu ikisini örtüştürmek gerekiyordu.

Parlamento bu derslerin ürünü olarak yetkinleştirildi. Nisbi oy ortadan kaldırıldı. Kitlelerin enerjisini arkasına alan hareketlerin parlamento ruhunu bozmasının önüne geçildi. Yani genel oy hakkının içini boşaltmanın yolları bulundu.

Öte yandan, bütün bunlar parlamentoyu gözden düşürmemeliydi de.

Bir parlamento karteli ortaya çıktı. Bu kartel seçimle, parayla, medyayla canlı tutulurken geriye kitle bağının nasıl kurulacağı kalıyordu. Bir tür “sol” ortaya çıktı. Bu solun artık devrim düşüncesi yoktu. Devrim düşüncesi olmayınca strateji de olmayacaktı. Devlet aygıtına dair sahip olduğumuz bütün dersler çöpe atıldı. 

Neydi o dersler?

Bütün devrimler bir meşruiyet kriziyle ortaya çıkar. Devlet aygıtı aslen bu krizin, meşruiyet kaybının bir ürünü olarak gevşer. Ve her devrim devlet aygıtında bir yarılmayla ilerler. Dolayısıyla, devlet aygıtında olup bitenlere gözünü dikmeyen, iktidarı hedeflemeyen her hareket de en iyi ihtimalle “israf edilmiş kahramanlık” olarak tarihteki yerini alır.

Ama bugünkü sorun çok daha beteridir. Solun olası bir meşruiyet krizinin dinamiklerini araştırmak, oraya odaklanmak, oradan enerji devşirmek ve oraya enerji aktarmakla en ufak ilgisi kalmamıştır. Sol, bunu yapmadığı gibi, nereden enerji devşireceğini de şaşırmıştır. 

Parlamentonun kapısının ayak oyunları ve pazarlıklarla değil, ancak açık bir örgütlülüğün, bir kitle dinamizminin sonucunda zorlanabileceğini, tarih boyunca buna aykırı tek bir örnek dahi olmadığını unutarak parlamento kartelinin bir parçası haline gelmiş, parlamentonun en etkili devlet aygıtlarından biri olarak işlevlenmesini sağlamıştır.

Solun meşruiyet sarkacı kaybolmuştur. Veya sarkacı kaybolan devrimci hareket “sol”a dönüşmüştür.

1970’lerde marksizm adına yürütülen tartışmalar düşünüldüğünde bir açıdan komik bir durumdur bu. Neydi o tartışmalar? Avrupa demokrasisi, Avrupa’daki dinamikler farklıydı. Avrupa’da devlet aygıtını adım adım çözmek mümkündü. Kitle dinamizmini ve oy desteğini arkasına alan bir parti, devlet aygıtının içerisine yerleşebilir ve orayı sosyalist bir dönüşüm için kullanabilirdi. 

En az yüz yıllık hikaye… Ve yine en az yüz yıldır, Avrupa’dan Latin Amerika’ya dek, başarısızlıkla sonuçlanan bir hikaye.

Komik, çünkü bugün o dahi yok. Çünkü bütün bu hikaye döndü dolaştı, kitlelerin dinamizmi ve devrimcilerin emeğiyle ortaya çıkan bir platformu, parlamentoyu yetkinleştirdi ve bir devlet aygıtına dönüştürdü.

Bugün o da yok, çünkü kitle de unutuldu. O zamanlar en azından sokak, kitlelerin enerjisi, bir partinin en önemli kozuydu.

Halbuki sorun orta yerde duruyor. Meşruiyet sarkacı, tıpkı Foucault’nun sarkacı gibi, gerçekliğin neresinde olduğumuzu bize hatırlatan temel enstrüman olmayı sürdürüyor.

O sarkaç kitleleri işaret etmeye devam ediyor. Ve bu sefer devrimci bir olanakla. Bu sefer, kartele meydan okuyan bir çalışmanın gerçek anlamda bir rakibi yok. Bu sefer, düzen siyaseti kitlelerle kurduğu ilişkide yaşamak zorunda kaldığı tembelleşmenin sonuçlarını ödemek tehlikesiyle karşı karşıya.

“Kitle kitle diyorsun, ne öyle bir kitle var, ne de bir emare.”

Eğer her şeyin kurgularla, mühendislikle, parayla, medyayla kontrol edilebileceğini, kitle denilen şeyin bir hükmünün kalmadığını düşünüyorsanız siyasetin de yok olduğunu kabul etmelisiniz. Siyaset kontrol edilemeyenden filizlenir.

Ayrıca hatırlamakta fayda var.

1905 Kanlı Pazar’ının sadece iki gün öncesinde Rus siyasetçi Pyotr Struve Rusya’da henüz devrimci bir halk olmadığından bahsediyordu. Struve, demokrasi mücadelesinin büyüsüne kapılan bir siyasetçiydi ama aynı zamanda bir illüzyonu yaşıyordu. Struve’nin düşüncesine göre okuma yazması dahi olmayan bir halktan, bir köylü ülkesinden devrimci bir hareketlenme beklemek anlamsızdı. “Başka yerlere” odaklanmak gerekirdi…

Bir benzerini 2013’te bizim de yaşamadığımızı kim söyleyebilir?

90’ların işçi eylemlerinden sonra derin bir uykuya yatmış gibidir Türkiye. 30 yıl sonra görkemli bir uyanış olmuştur Haziran 2013.

Demek ki devrim düşüncesi yoksa körleşme kaçınılmazdır. Tarihin neresinde olduğunuzu görebilmek için öncelikle doğru yere bakmalısınız.