1929-2009: Seksen Yılda Devr-i Âlem

Dünya kapitalizminin ancak Büyük Bunalım’la karşılaştırılabilir ölçekte bir sarsıntının içinden geçtiği yollu değerlendirmeler son iki yıldır sık sık tekrarlanıyor. İşin ilginç yanı, tarihsel referans olarak adıyla sanıyla bir “bunalım” dönemine başvuruluyor olmasına karşın yaşanmakta olan sarsıntıya “bunalım” demek konusunda, Marksist iktisatçıları hariç tutarsak, bir ayak direme durumunun söz konusu olması. Büyük Bunalım kadar şiddetli olup olmadığı tartışılan “Büyük Durgunluk”!

1929 Krizi ve sonrasıyla kurulan analoji hiç değilse böyle bir düzeltme yapmak açısından değerlendirilmelidir: Yaşanmakta olan sürecin adı “bunalım”dır.

Peki sonrası? 1929 bir tarihsel referans olarak ne kadar anlamlı? Bunalım dönemleri arasında karşılaştırma yapmanın, hele de aradan seksen yıl gibi uzun bir zaman geçtikten sonra kime, ne yararı olabilir?

Aydemir Güler’in dünkü köşe yazısında yaptığı, “kimse benzerlikler üzerine fal açmasın” uyarısı çok yerindedir. Mesele mevcut bunalımın şiddetiyse, bunu görmek için ille de 1929’a gitmeye gerek yok.

Liberal iktisatçıların ve dahi IMF ve benzeri kurumların 1929’u bir referans olarak kullanıp bir “benzerlikler” çetelesi çıkarmaları, ya “aman aynı yanlışlar yapılmasın, sonu felaket olur” demek ya da “zaten bugün uluslararası sistem farklı, Obama Hoover’ın hatalarına düşmez” demek için... Sonuçta burjuva ideologları kapitalizmin yarattığı bir büyük yıkımı, kapitalizmin bu defa günümüzde neden olduğu yıkımdan sıyırmasını sağlamak, buradan sistem adına bir meşruiyet türetmek üzere kullanıyorlar. Bu büyük yüzsüzlük karşısında şaşırmıyoruz.

İki bunalım dönemine bir benzerlikler/farklılıklar çetelesi üzerinden bakmak bu nedenle reddedilmelidir. Tarih böyle bir mantıkla devinmez, tekerrür etmez. Tarihte nicel birikimin niteliğe dönüşümü yasası ve nitel dönüşümlerin (yadsımanın) yadsınması yasası vardır.

Fazla mı soyut? Birincisi, kapitalizm her daim kriz üretir, ama tarihsel dönem açan –tersinden bir dönemi kapatan da denilebilir– krizler aynı sıklıkla yaşanmaz. Niceliğin niteliğe dönüşümünü bu çerçevede anlayabiliriz belirli bir birikim yapısının devresel krizleri birikerek, bir noktadan sonra yeni bir birikim yapısının oluşumunu dayatan şiddette patlamalar yaratır. Ortaya çıkan her yeni birikim yapısı ise kendi içinde yadsınmasının tohumlarını taşır.

1929 bu noktada bir tarihsel referans olarak alınabilir. 1929 Krizi’yle patlak veren büyük bunalım bir tarihsel dönemin, buna kapitalizmin bir “uzun salınımı”nın da diyebiliriz, kapanışının son halkasının, İkinci Dünya Savaşı felaketiyle aşılabilen sürecin parçasıdır.

Bugün bu noktada mıyız?

Bir tarihsel dönemin kapanışını belirleyen şiddetteki bunalımların sonrasında ortaya çıkacak yeni dönemin neye benzeyeceği konusunda, işçi sınıfının geçiş sürecinin bütünü boyunca gösterdiği direniş kadar egemen sınıf blokları arasındaki çelişkiler de belirleyicidir. Bunu 1929 deneyiminden biliyor ve özellikle sistemin dünya çapında birikim sürecini düzenleyen yapılarının çöküşü ve dönüşümünde bu boyutun önemini görüyoruz. Otuzlu yıllar boyunca emperyalist ülkelerin korumacı politikalara yönelmesinde, döviz kurlarını devalüe ederek zaten daralmış olan dış piyasaları daha da daraltmalarında verili uluslararası düzenin artık bir “istikrar”a kavuşturulamayacağı konusunda kesin bir kanaatin bulunması etkilidir.

Örnek olsun, kuramsal çabalarını neredeyse bütünüyle kapitalizme içkin istikrarsızlıkların nasıl “kontrol altında” tutulabileceği üzerine kurmuş olan Keynes’in 1931’de Chicago’da verdiği bir derste sarf ettiği sözler, dönemin ruhunu yansıtmaktadır: “Bugün modern dünyanın gördüğü en büyük yıkımın, neredeyse tamamen iktisadi nedenlerden kaynaklanan bir yıkımın tam ortasındayız. Moskova’nın bunun kapitalizmin en son, en üst düzeydeki krizi olduğu ve mevcut toplumsal düzenimizin bu krizin üstesinden gelemeyeceği görüşünü taşıdığı söyleniyor. Dilekler düşüncelerin babasıdır. Ama kanımca, gelecekte iktisat tarihçilerinin bu krize bakıp büyük bir dönüm noktasını saptamaları gibi bir olasılık –buna daha büyük bir anlam biçmeyeceğim– bulunmaktadır.”

Dikkat çekici olan bu yıllarda egemen sınıfın algısındaki titreklik, “Batı düzeni”nin mevcut haliyle varlığını sürdüremeyeceği konusunda bir uzlaşmanın olmasıdır. Bunu salt yaklaşmakta olan yeni dönem için yapılan bir propaganda olarak görmek mümkün değil. Otuzların başında henüz yeni dönem çok uzak ve çok belirsizdir. Ve algıdaki bu yoğun endişenin başlıca kaynaklarından biri egemen sınıf blokları ve emperyalist ülkeler arasındaki derin yarılmaysa, diğeri de işçi sınıfının en büyük mevzisinin, Moskova’nın sökülüp atılamayacağının artık kabul edilmiş olmasıdır. Bu “kabul ediş”in nasıl gerçekleştiğini anımsatmaya herhalde gerek yok.

Seksen yıl sonra kapitalizmin bir dönemin sonuna geldiği tartışmalarında bu “ruhu” göremiyor olmamızın nedeni çok açık. Dönem kapatacak şiddette bir bunalım bir karşı-devrim sürecinin içine doğdu. Bunlardan hangisinin, mevcut uzun salınımı sürdüren karşı devrimin mi, yoksa yeni bir salınımı başlatacak şiddetteki bunalımın yarattığı çözülmenin mi galebe çalacağını kestirmek zor.