Kriz ne yana düşer?

Ekonomik krizin 2008 sonbaharı ve onu izleyen kış aylarında belirli işçi tepkileriyle karşılaştığını hatırlıyoruz. Arada, gerçekten de peş peşe fabrika işgali girişimlerinde bulunulan haftalar yaşandı. Eylemlerin nicelik ve oranı ise pek sınırlı kaldı.

Hatta bu kısa süreli ve sınırlı eylemlerin ardından Türkiye işçi sınıfı tedirgin edici bir sessizliğe büründü. Süregiden grev ve direnişlere haksızlık edilmemeli. Ancak ülkemizin en ağır biçimde etkilendiği bir ekonomik krizin toplumsal etkisinin bu düzeyde kalması hayra alamet değildir.

Burada bazı yanlışlardan uzak durulmalıdır.

Birinci yanlış, krizden işçi tepkisinin çıkmamasına şaşmaktır. Marksistlerin asıl buna şaşması gerekir. Marksizmin hangi kitabında maddi koşullardaki değişimle sınıfsal davranışlar arasında bire bir bağ olduğu yazar? Krizse kriz bugün Türkiye’de işçi emekçi kitleleri, sol onları örgütlü mücadeleye sevk ettiği ölçüde sınıfsal davranış geliştirir. Bu yoksa, ciddiye alınır bir tepki de olmayacaktır.

Ayrıca tarihsel olarak krizin işçilerin mücadelesine ileri atılım gücü eklediği yolunda bir genel ders bulamayız. 18. yüzyıl sonları ve 1929’la işaretlenen iki büyük krizden işçi sınıfının mücadele esini aldığı kısmen doğrudur. İşçi sınıfının söz konusu krizleri sıcak mücadeleci bir yapıyla karşıladığı ve esinin sadece krize bağlanamayacağı da unutulmamalıdır. O yıllar devrim çağıdır.

Güncel kriz ise, dünya işçi sınıfının çok şiddetli bir gerileme yaşadığı 1990’ların gölgesinde patlak vermiştir. Son kriz karşı-devrime doğmuştur.

O iki krizin sınıf mücadelelerine sahne olduğu doğrudur. Ama bu mücadeleler dünyanın felakete uğramasını engellememiş ve iki dünya savaşından geçilmişti. İbrenin sola döndüğü ya da solun sürece etkili bir biçimde müdahale edebildiği momentler, krizin ilk patlamalarına değil felaket anlarına denk gelir.

Tarihten ders almak derken, kimse kalkıp benzerlikler üzerinden fal açmasın. Tarihin tekerrür ettiği çok yüzeysel ve kaba bir boş laftır.

Bir diğer yanlış, işçi sınıfının tepkisizliğine bakıp krizi hafife almaktır. Bu krizin şiddetinin sorgulanmaya gelir tarafı yok.

Ciddiye almak ise krizin düzenli bir batış grafiği çizmesini beklemeye çıkmaz. Krizin, halkı her geçen hafta biraz daha boğacağını düşünmek, beraberinde isyan anının kaçınılmazlığını da getirir. Ölüme direnmek öyle gelişkin bir sınıf bilinci ve örgütlülük düzeyi gerektirmiyor. Kriz boğacak ve daha da boğacaksa, “yaşasın isyanımız” denmesinde ne yanlış olabilir?

Yanlıştır, çünkü kriz kendi içinde salınımlar, gelip gidişler, gevşeme ve kasılmalar içerir. Örneğin burjuvazinin sözcüleriyle sol arasındaki kriz polemiği, ilk tarafın “az kaldı, çıkıyoruz” demagojisi ile bizim “battı ki ne battık” çığırtkanlığımız arasında geçerse, sürecin bu dalgalanmalarına hitap edemeyeceğimiz bilinmelidir. Kapitalizm, bu krizde pekâlâ ara düzlüklerden geçebilir, düşüşü frenleyebilir, hatta kimi toparlanmalar sağlayabilir. Ancak otuz yıl kriz dinamiklerine direnen, emeğe saldırıyla, karşı-devrimlerle, emperyalist işgalle çöküşü erteleyen kapitalizm şimdi farklı bir ortamdadır. Arabanın yokuş yukarı ağır aksak çıktığı evre geçti. Şimdi arabanın bayır aşağı geri geri kaymasının önlenmesi gündemde.

Somut olarak Türkiye kapitalizminin en zorlu yıllarında AKP’nin, belki de cumhuriyet tarihinin en güçlü iktidar partisi haline gelmesi bir dizi nedenle büyük sürpriz değildir.

Ancak solun şaşkınlığı üstünden atması ne kadar gerekliyse, değiştirmek için olup biteni kanıksamaması gerektiği de açıktır. İlk önce kanıksanmaması gereken AKP’dir.