'Kurtuluş salt bilimin işi değil. İnsanlık geçmişinden gelen tortulardan kurtulmak için harekete geçtiğinde tarih de tarih bilimine dönüşecektir.'

Truva'nın öcü

Milattan önce 1180 yılında Truva kenti bir kez daha yıkıldı. Bu sonuncu yıkılışın sebebi belli ki bir savaştı. Ama bu kez yıkımın etkisi umulandan büyüktü. Truva’nın yıkılışıyla birlikte o tarihte var olan bütün bir uygarlık da çökmüştü. Ege’nin iki yakasında yaklaşık 400 yıl boyunca yazı dahil herhangi bir medeniyet işareti bir daha görünmeyecekti. 

Truva’nın tarihteki rolünü yeniden tartışmaya açan Dr. Eberhard Zangger’e göre “Truva savaşı” diye bildiğimiz destansı olay bir “sıfırıncı” Dünya Savaşı. Truva’da, Yunanlıların başını çektiği koalisyon güçleri ile Truvalıların başını çektiği koalisyon güçleri karşı karşıya geldi. Truva safında savaşanlar Anadolu’daki site devletlerin askeri güçleriydi. Sonunda Truva yenildi ve savaşı Yunanistan koalisyonu kazandı. Bu aynı zamanda erken bir Asya-Avrupa karşılaşmasıdır. Savaş, Bronz Çağı sonunda Ege’yi o güne kadarki tüm uygarlık birikimini yok eden 300-400 yıl sürecek büyük bir karanlığa sürükledi. Homeros’un İlyada ve Odysseia destanları aslında Ege’deki bu müthiş yıkımı anlatıyordu.

Bu karanlık çağ yeni bir tarih yazımı için de olanaklar yaratıyordu. “Kendi kendisinin babası olan Yunan uygarlığı” tezi de bu olanağı kullanmıştı. Batılı tarih anlayışı “Sıfırıncı Dünya Savaşının” yol açtığı o karanlığın içinden çıkıp geliyordu. Celil Denktaş’ın Dr. Eberhard Zangger ile yaptığı soL’daki söyleşiden aktarıyorum; “Avrupalı arkeologlar uzunca bir süre Batı uygarlığının doğuşunu M.Ö. 776’daki ilk Olimpiyatla ve Homeros destanlarının derlenmesiyle eş zamanlı gördüler ve böyle bir algı yarattılar. Bu model, kabul edelim ki, 150 yıl önceki tek gerçeklikti ve insanların kafalarına bu şekilde yerleştirildi. Ama Yunan kültürü yoktan var olmadı herhalde, mutlaka bir önceli vardı. Benim üzerinde durduğum da bu. Soru şu: Ege’de, Erken Demir Çağı’nda, M.Ö. 1200’den 800’e, hatta daha öncesinde, Orta ve Geç Bronz Çağı’nda, M.Ö. 2000’den 1200’e ne yaşandı?”

Ne yaşandığı ayrı ama o tarihlerdeki siyasi haritanın yapılmak istenen kurguya ters olduğu açıktı. Çünkü karanlık çağda bölgede Anadolu kültürlerinin hâkimiyeti söz konusuydu. Kökleri Anadolu’da olan bir Yunan Uygarlığı ise bu tarih yazımı için uygun bir malzeme değildi. Görmezden gelmek en iyi yoldu. 

Bununla birlikte yaygın Truva hayranlığını silmek o kadar kolay olmadı. “Hileci-kaypak” Yunan koalisyonu karşısında Truvalılar bir kahramanlar topluluğuydu. Avrupa çok uzun zamandır Truvalıların yanında saf tutmuştu haliyle. Herodot’un yazdığına göre, Etrüsk kültürünün yükselmesi Anadolu’dan İtalya’ya göç edenler sayesinde mümkün olmuştu. Romalılar kentin kurucusu Romulus ve Remus’un Truva savaşından kurtulan kahramanlar olduğuna inanıyordu. Haliyle Yunanlılara pek hayırhah bakmıyorlardı. Romalı aristokrat aileler soy kütüklerini Truva’ya bağlamaya pek meraklıydılar. Sezar’ın ailesinin adı “Julius”, İlion’dan (Truva) geliyordu örneğin. Pek çok Avrupa kenti Truva modeline göre şekillendirilmişti. Avrupa’da soylu sayılmak için Truvalı bir ata gerekiyordu. 

Roma Truva’ydı, İstanbul ise yıllar sonra “Nea Roma” olarak kurulacaktı. Asya ve Avrupa’nın kucaklaştığı iki boğazdan ikincisine, Karadeniz kıyısına kurulacaktı Yeni Roma. Şehre esinini veren ilk Truva’nın harabeleri Ege’nin kıyısında ayaktaydı daha. Truvalıların ve Yunanlıların karşılaşma alanıydı burası, Avrupa ve Asya hep bu topraklarda karşılaşacaktı. 

***

İstanbul’un 1453’teki fethiyle Avrupa’nın Truva hayranlığı da aniden bitti. İmrozlu Kristovulos adlı Rum Tarihçinin yazdıklarına göre Fetihten sonra Fatih Mehmet “Truvalıların öcünü aldım” demişti. Dünya Savaşı 0.1’dir. Osmanlılar şehre girdiğinde okuryazarlar kenti çoktan terk etmişlerdi. Çoğu İtalya’ya kaçtı, böylece Avrupa’nın entelektüel merkezi de yer değiştirmiş oldu. Doğal olarak bu göçmenlerle birlikte köklü bir Osmanlı karşıtlığı da Avrupa’ya taşındı. Barbarların eline geçen İstanbul ve Anadolu’da saygı duyacak hiçbir şey kalmamıştı. Böylelikle Avrupa için Truva’sız bir tarih yaratma ihtiyacı hasıl oldu. Avrupa’nın Antik Yunan ve Romalı kökleri masalı böyle ortaya çıkmıştır. 

Fakat tarih 19. yüzyıla doğru ilerlerken ortam yeni tarih tezi için, hâlâ, uygunsuzdu. Yunanlılar Osmanlıların tahakkümünden kurtulamamıştı. Üstelik Mısır da uyanış emareleri gösteriyordu. Memluk yönetimindeki Mısır’da, 1808’de, Britanyalılar sürüldü ve iktidar Türk kuvvetlerinin Arnavut asıllı generali Mehmet Ali’nin eline geçti. Mehmet Ali, birkaç yıl sonra Memlukleri de bertaraf etti ve genel vali oldu. Gerçekte Osmanlıdan hemen hemen bağımsızdı.

Mehmet Ali Paşa, Mısır ekonomisinde, toplumunda ve devlet yönetiminde bir modernleşme hareketi başlattı. Bu, ancak Rusya’da Büyük Petro’nun ve Japonya’da Meiji İmparatorluğu’nun modernleşme hareketleri ile kıyaslanabilir bir hareketti. O kadar ki, 1830’lu yıllarda, Mısır modern sanayi kapasitesi bakımından İngiltere’den sonra ikinci geliyordu. Gelişmenin Avrupa tarafından Mısır’ın yeniden dirilmesi olarak algılandığı kuşkusuzdur. Yunan bağımsızlık savaşı da tam bu yıllarda patlak verdi. Mehmet Ali kuvvetleri Yunan ayaklanmasına karşı mücadele eden Osmanlı'nın yardımına koştu. Ne var ki, Avrupa’da Yunan hayranlığı doruklarındaydı. 20 Ekim 1827’de İngiliz, Fransız ve Rus donanmalarından oluşan birleşik Avrupa kuvvetleri, bir savaş hali olmamasına rağmen, Navarin’de demirlemiş birleşik Osmanlı-Mısır donanmasına saldırdı. Saldırıda elli iki gemi batırıldı ve 6000 denizci öldü. Birleşik Avrupa donanması Navarin’de Osmanlı donanmasını yok ederek, Yunanistan’ın bağımsızlığı için yolu açmıştı. Rusya, Navarin yenilgisinden iki yıl sonra Edirne’yi alıp İstanbul’a doğru ilerledi. Dünya Savaşı 0.2’dir, Osmanlı'nın ve Mısır’ın yok oluşunun başlangıcıdır. 

***

Bu iki kuvvet 1. Dünya Savaşı’nda Truva kıyılarında, Çanakkale’de, bir kez daha karşı karşıya gelecekti. Tarihin tortusunun yaşayanların zihnine çöktüğünün güçlü işaretleri var. Çanakkale kıyıların bombalayan gemilerden biri Truva’ya saldıran orduların komutanı Agamemnon’un adını taşıyordu örneğin. “Mondros Ateşkes Anlaşması” da Agamemnon zırhlısında imzalanmıştı. HMS Agamemnon ateşkesten sonra, Kasım 1918’de, İstanbul'a giderek işgalci İngiliz filosunun bir parçası oldu. Osmanlı parçalanmıştı parçalanmasına ama Anadolu’da Türk-Yunan Savaşı yeniden patlak vermişti. Yunan kuvvetlerinin arkasında yine Avrupa koalisyonu vardı. Anadolu düşmek üzereydi. 

Anadolu’da amansız bir savaş sürerken bölgede büyük tarihsel yerleşim yeri olarak Truva, Miken, Knossos ve Hattuşaş bilinmekteydi. Bu şehirler veya uygarlıklar tablosu, Batı uygarlığının temelini M.Ö. 800’li yılların Yunan kültürüne bağlayan teze uygun değildi. Haliyle alanın ihtiyaca göre yeniden düzenlemesi gerekiyordu. Bu işi Knossos’un kâşifi İngiliz Arkeolog Arthur Evans üstlendi, bu amaçla “Minos Sarayı” başlıklı altı ciltlik bir kitap serisi yazdı. Kitabında büyük yerleşim yerleri sıralamasının en başına, Girit’teki Minos kültürünün merkezi Knossos’u oturttu. Yunanistan’daki Miken ikinci sırayı aldı. Evans, Truva ve Hatuşaş’ın adını bile anmamıştı. Kurgu artık fiziki Avrupa haritası ile uyum içindeydi. Sir Evans,1877’de, şöyle yazıyordu: “Karşılaştığım her barbarın kendini bir insan ve benim kardeşim olarak nitelendirmesi beni bağlamaz. Ben bazı ırkların daha düşük düzeyde olduğuna inanıyorum ve yok olup gittiklerini görmek isterim.” Dillendirdiği kişisel görüşü değil Avrupa ideolojisidir. 

Arthur Evans, Ege’nin erken tarihinin kronolojisini oluştururken, Türkiye ile Yunanistan arasındaki savaş da şiddetlenmişti. Bu şartlar altında, Antik Hellen kültürüne hayranlığı ile tanınan Evans’ın Türk topraklarında yaşamış eski bir uygarlığı öne çıkarması beklenemezdi. Ölçüye uymayan Truva tarihinden yalıtılıp küçük bir korsan sığınağına dönüştürülmeliydi. Luvili Troyalılar yalıtılınca, Minoslar ve Mikenlerin kültürel hakimiyeti de tarihte daha gerilere gitmişti. Böylelikle Ege’nin tarih öncesi politik bir ideolojinin gerekleriyle şekillenmiş olmaktaydı.

Yalnız sorun Ege sorunu değildir. Homeros’un İlyada’yı kayda geçirdiği dönemde Avrupa-Asya terimleri ile kastedilen bugün anladığımız genişlikte bir coğrafya değil, Ege’nin doğu ve batı kıyılarıydı. Truva önlerinde Avrupalılarla Asyalılar savaşıyordu. Truva Asya’ydı, Helenler Avrupa. “Avrupa ideolojisi”, benim Aydınlanma Tarikatı’nın alt başlığıdır bu, saf bir “Yunan Medeniyeti” imal etmişti böylelikle. Bu kültürün Anadolu kültürüyle bağı zaten silinmişti, Mısır ile bağı ise silinmek üzereydi. Antik Yunan konusunda tanınmış bir otorite olan Alman Filolog Ulrich von Wilamowitz-Moellendorff durumu şöyle özetliyordu; “Kadim kültürlerine rağmen, yüzyıllardır çürümekte olan Sami ve Mısır halklarının ve devletlerinin, birkaç beceri ve teknik, bayağı giysiler ve aletler, eskimiş süsler, mide bulandırıcı sahte tanrılar için mide bulandırıcı fetişler dışında Yunanlara bırakacak hiçbir şeyi yoktu.” 

***

Arthur Evans daha işini tamamlayamadan Anadolu’da Yunanlılar yenildi. Savaşın galibi, Mustafa Kemal, Batıcı bir programda karar kılmıştı. Bu yüzden tarih tezini oluştururken Anadolu halklarından Hititlerin Türk kökenine vurgu yapmaya özen gösterdi. Hititlerin Türk olduğunu söylerken aslında Türklerin Hitit olduğunu vurgulamak istiyordu. Çünkü Avrupa, Hint-Hitit ve giderek Hint-Avrupa köklerine aşağı yukarı 100 yıldan bu yana ırkçılığa kaçan bir tonda vurgu yapıyordu. Kemalistler Anadolu dillerinin (Lidyaca, Karyaca, Palaca, Likyaca, Luvice, Hititçe) Hint-Hitit çıkışlı olmasının işlerinin kolaylaştıracağını düşündüler. Ancak Türkçe, Anadolu halklarının Hint-Hitit kökenine karşılık (Ermenice, Arnavutça, Slavca, Farsça, Kürtçe, Yunanca) yabancı bir unsur olarak görünüyordu. “Anadoluculuk” akımı bu çaresizliğe bir cevaptır. Akraba olmak istedik, ilan ettik, Truva-Luviler denklemde hep var. 

***

Tarih saf bir bilim değil, tam tersine iktidar ve sınıf savaşlarının karşılaşma alanı. Başından beri sınıflara yaslanıyor, ideolojiye dayanarak yol alıyor. Egemen sınıf egemen bir tarih kurgusu da oluşturuyor haliyle. Mevcut tarih anlayışımızda kapitalizmin, tabii emperyalizmin tartışılmaz bir etkisi var demek bu. Irkçılıkla sakatlanmış bir tarih tezi elimizdeki. Kendisini insanlık ailesinden ayırarak yola çıktı, sonra ayırdıklarının üzerinde hak ve üstünlük iddia etti. İnsanlık tarihiyle uzlaşmaz çelişkileri var haliyle, onun tarihine nesnel bakma şansı yok. 

Yalnız kurtuluş salt bilimin işi değil. İnsanlık geçmişinden gelen tortulardan kurtulmak için harekete geçtiğinde tarih de tarih bilimine dönüşecektir.