AKP’nin güç kullanımında bir istiap haddinden söz edilebilir mi? Bir noktadan sonra sürdürülemez mi? İyimser yanıt vermeyi kim istemez…

Polis şiddeti

AKP iktidarı son olarak da gençleri yerlerde sürükledi. Kadınlara, işçilere, öğrencilere yönelik şiddetin tahammül edilmez boyutlara vardığı hissi yayılıyor yayılmasına. Peki ama, gerçekten böyle bir sınır var mı? AKP’nin güç kullanımında bir istiap haddinden söz edilebilir mi? Bir noktadan sonra sürdürülemez mi?

İyimser yanıt vermeyi kim istemez… Ama burada kolaycı, yüzeysel değerlendirmelerden uzak durmayı önereceğim. Bir kere içinde bulunduğumuz dönemde, devletin şiddet aygıtı her yerde daha görünür hale geliyor. Sadece Türkiye’de değil, şiddetin meşru sayıldığı eşiğin daha düşük olduğu toplumlarda da hükümetler çıtayı yukarı çekmek için sistematik çaba içinde. Her yerde “polis devleti” yönünde düzenlemeler yapılıyor, tartışılıyor. Bu, genel gericileşme eğiliminin bir unsuru. Dünya demokratikleşmeye falan gitmiyor.

Türkiye’de eşik zaten geleneksel olarak yüksek. İş cinayetlerini, kadına yönelik şiddeti, trafik kazalarını ve pandemi verilerini yan yana koyun… Bizde işler kan sayesinde yürüyor sanki... Hal böyleyken genel kamuoyunun devletin sokak terörüne “bu kadar da olmaz” diyeceği bir sınırı tahayyül etmek zor.

Bir diğer faktör toplumun uzun süredir kabaca ikiye bölünmüş olması. AKP karşı yarıyı ikna etmeye, kazanmaya uğraşmak yerine kendi tarafını konsolide etmeye odaklanıyor. Karşı taraf sokakta dövülen öğrenciyi kendi çocuğu gibi görmediği ölçüde uygulama “sorunsuz” devam ediyor. Sonuçta, muhalif olanların daha da öfkelenmesinin iktidarı etkilemesi söz konusu değil.

Bu noktada iktidarın tabanını oluşturan kesimlerin vicdanını sorabiliriz. Toplumun yarısına yakın bir kalabalığın firesiz bir kötülük örgütlenmesine katılmış olduğu düşünülemez. Tersine vicdansız çekirdek dardır. Daha geniş kesimlerle bağlantı başka mekanizmalarla kurulur. Örneğin gerçek sorunların çözümü için mücadeleye katılmak yerine günah keçileri belirlemek böyle bir mekanizma. Güçlüden yana durup pay almayı beklemek de öyle. Bu tür güdüler doğrudan politik-ideolojik olanlardan daha geniş etki yaratır. Çekirdekteki gerici örgütlülük ve ideolojik-politik angajman, dış halkalarda yerini hayat gailesine bırakır. 

Elbette bu gevşek kesimlerin haksız devlet terörü karşısında tepki biriktirmesi mümkün. Ama bunun bir kopuşa gitmesi yalnızca haksızlığa tepkiden türemez. İktidarın şiddetine karşı çıkmak, başka konuları sorgulamaktan başlar. 

Son dönemde kamuoyu araştırmaları İstanbul Sözleşmesi bahsinde iktidarın kendi tabanından fire verdiğini söylüyor. Lüks arabada kokain partisi gibi vakaların arkasında kimse duramıyor. Hakkını arayan işçiye haksızsın demek de pek kolay olmuyor... Mesele tam da bu bütünlüğün kurulmasındadır. Sadece şiddet görüntülerinin yaygın biçimde vicdanlara ulaşmasıyla şiddetin sürdürülemez hale gelmesi pek beklenmemeli. Ekonomik kriz ve salgın politikasında çöküş, dönüp şiddete isyanda kendini gösterebilir. 

Yalnız, bu noktaya geldiğimizde bile, tersi bir dinamiğin harekete geçebileceğini bilmeliyiz. Egemen güçler, iktidarı yalnızca kendilerinin hak ettiğini göstermek için devlet tekelindeki şiddete daha fazla başvuracaklardır. Yoksulluktan veya salgında çaresiz bırakılmaktan bıkan kitlelere hem pabucun pahalı olduğu hem de kolay yolun güçlüye tutunmaktan geçtiğini göstermek gerekir. Yani şiddet, izleyiciler için bir “ikna” yöntemidir. Örgütsüz toplum, şiddet tekeliyle övünenlerin ezdikleriyle yan yana durmayı değil böyle bir ikna yolunu seçebilir.

Sonuç olarak soruların yanıtı basit değil. Sonucu belirleyecek olan sokağa sıkışmamış, geniş kapsamlı bir mücadeledir. Düzenin sahiplerinin ne kadar güçlü olduklarını sopayla bizim üstümüzde göstermelerine izin verilmemelidir. Bakıldığında uğradığımız şiddetin değil sözümüzün haklılığının göze çarpmasını sağlayacak eylemlere ihtiyacımız var.