Çürüme olgusunun panzehrini aramak gerekirse, bu panzehir, devrimin kadrolarındaki arılık ile yetkinlik bütünleşmesinden başka nerede bulunabilir?
Bu gidişle ya da bu düzen sürüp gittikçe, demek istiyorum.
Halkımızın çok bilinen bir deyişiyle başlanabilir: Tok açın halinden anlamaz. Bu sözde felsefi bir derinlik aramaktansa, bilimsel bulgulardakine benzer bir kesinliği görmek daha yerinde olur.
Buradan devam edelim. Aç insanın tek düşüncesi, hayali, umudu bir lokma ekmektir. Bunu, daha gerçekçi bir anlatımla, şöyle de söylemek mümkün: Aç insanın birincil amacı, açlıktan ölmesini önleyecek bir parça yiyecektir.
Acından ölmeyecek kadar karnını doyuranın ikinci düşüncesinin ne olacağını ise kimse bilemez. Daha doğrusu, bu düşünce eksiksiz olarak bilinemese de, büyük bir değişkenlik ya da oynaklık göstereceğini kestirmek o kadar güç değildir. Dolayısıyla, her defasında ölmeyecek kadar doyurulan bir insan ile birlikte olmayı ya da ortak işler yapmayı tasarlarken birlikteliğin ne ölçüde güvenilir ve sürekli olabileceği ciddi bir belirsizlik taşır.
Öte yandan, her defasında ölmesini önleyecek bir somun ekmeği kucağına koyan biri varsa, aç insanın, o eli koparması neredeyse olasılık dışıdır. Bu önermeyi de daha doğrudan bir anlatıma dönüştürecek olursak, şöyle diyebiliriz: Hep doyurulan ve böylece acından ölmekten kurtarılan aç insanı, kendisini doyurana karşı kışkırtmak, güç bir iştir.
Açlar çoğaldıkça, doğal olarak, tokların aç kalma korkusu da çoğalır. Durumdan hoşnut olmayıp değişim peşine düşenler için daha da kötüsü, kimsenin acından ölmemesi ve bunu kendisini aç bırakanlara borçlu olmasıdır.
Konu açlardan çürüyenlere getirildiğinde, önce şunu saptamak gerekiyor: Çürüme ile açlık arasında bir ilişki bulunduğunu düşünmekte sakınca yok. Bununla birlikte, çürüyenler açlardan ibaret değil. Bunu biraz daha geliştirerek anlatmak da mümkün: Sürüp giden açlığın çürümeye dönüşmemesi çok zor görünüyor. Bir de, çürüyenlerin sayısının açların sayısından epeyce fazla olduğu, öyle uzun boylu istatistiklere, sayılara, şunlara bunlara bakılmadan da söylenebilecek bir olgu. Nedeni şurada aranabilir: Çürümenin biricik kaynağı açlık değil kuşkusuz. Kendisi çürümüş bir düzenin, hiç açlık çekmemiş insanları da çeşitli biçim ve yöntemlerle ayartarak çürüttüğü, her günkü gözlemlerimizle saptayabildiğimiz bir olgudur.
Aslında, şimdiye kadar, çürümenin bir sona ulaştığı da görülmüş değildir. İnsan soyu söz konusu olduğunda, çürümenin sınırı bulunmadığı gibi, hangi kılığa bürüneceğini de önceden kestirmek kolay olmamıştır.
Devrim için, devrim yapabilmek için çürümeden şu ya da bu ölçüde, hiç nasibini almamış yığınlar bulmanın mümkün olmadığı bilinmekle birlikte, bugün bizim ülkemizdeki derecede ve yaygınlıktaki çürümenin ondan tiksinerek, ürkerek, kaçınarak devrime katılacaklara olduğu kadar karşı koyacaklara da kaynak oluşturduğu açıktır. Hangi tarafa daha çok yarar sorusuna da spekülasyondan yahut genellikle boş konuşmalardan başka yararı olmaz yanıtını vermekte sakınca bulunmuyor. Ancak, ikincilerin, devrime karşı koyacakların o kaynaktan çok daha büyük bir kolaylık ve yoğunlukla yararlanmaları, "eşyanın tabiatı icabı"dır.
Çok yaygın ve ileri derecede olduğu saptamasının tartışma götürmediği çürüme olgusunun panzehrini aramak gerekirse, gerekmekle birlikte bunun pek de verimli bir çaba olmayacağı bilinmek koşuluyla, bu panzehir, devrimin kadrolarındaki arılık ile yetkinlik bütünleşmesinden başka nerede bulunabilir?
Burada konu başkaldıranlara geliyor.
Başkaldıranlar deyince ilk düşünülenlerin, onların önünde yer alanların, başkaldırdıkları düzenin pisliğine en az bulaşık ya da bu "en az bulaşık olma derecesi" ne ise o dereceye ulaşacak kadar temizlenmiş olmaları, vazgeçilmez koşullardan biri, daha doğrusu, birincisi sayılsa gerektir.
Pisliğe hiç bulaşmamış olmak mümkün görünmediğine ya da böyle bir varsayımla hareket ettiğimize göre, kişisel bir arınma sürecinin gerekliliği ortada. Ancak, bunu sağlamak, çoğu durumda sadece kişisel irade ve çaba ile gerçekleşemez; uygun bir örgütsel ortam ve kolektif destek de gerekir.
Kolektif bir arınma sürecini yaratmaya çalışmanın, tarikatlaşmaya, tarikat ayinlerine, bunlara benzer çürütücü etkilere yol açma olasılığı yüksektir. Bu yüzden, hem tehlikeli hem de başarı şansı pek az olduğu için bu tür çabalardan kaçınılmalıdır. Öyleyse, yapılması gereken, böyle bir süreci yaratmak üzere yapay düzenlemelere girişmek yerine, bu sürecin bir bakıma kendiliğinden gerçekleşmesinin koşullarını oluşturmaya, en azından, bu koşulların ortaya çıkışına engel olmamaya özen göstermektir. Böyle bağlayabiliriz.
Öte yandan, başkaldıranlar, hayal kurmayı ve gerçekçi olmayı, bu ikisini tek bir kişilik özelliğine dönüştürmeyi başarmak zorundadırlar. Kendileri dışındaki, nesnel gerçekleri olabildiğince eksiksiz biçimde kavrarken onlara mahkûm olmayan tasarımlar geliştirip hayata geçirebilmek, başkaldırıyı trajik yıkımlara dönüşmekten de ne zaman gerçekleşeceği belirsiz geleceklere ertelemekten de kurtarmanın önkoşulları arasındadır.
Bir de, düzenin adamları var. Onlar için yaptığım, yazılı hale getirilişi yaklaşık çeyrek yüzyıl önceye, yakın mücadele arkadaşları arasında ilk söz edilişi daha da eskiye dayanan bir değerlendirme şöyleydi: "Türkiye burjuvazisi, hemen herkesin açıkça görebildiği ve kendisinin de artık kanıksanmış bir çaresizlik olarak kabullendiği bir siyasi kadro yoksulluğu içindedir. Bu sonucun ortaya çıkmasında, (...) uzun bir süre boyunca, hep sopa göstererek ve sık sık da sopayı kalkan başlara indirerek yönetebilmiş olmanın payı vardır."
Bu saptamanın hemen hemen bütün dünya için ve bugün de geçerli olduğu ileri sürülebilir.
Kadro yoksulluğu, var olan kıdemli ve kıdemsiz bütün kadroların en temel, en ilkel niteliklerden yoksunluğu demektir. O kadar ki, bu sözcüklerin zaten uçtaki anlamlarını, başlarına "en" getirmeden yazmaya elimiz varmayarak, daha da uca götürme gereğini duyabiliyoruz.
Niteliksizlik, amansız bir sömürü ve baskı altında sürüleştirilmiş geniş yığınlar için de geçerli. Dolayısıyla, düzenin siyasi kadrolarının niteliksizliği ne düzenin kendisi ne de o kadrolar açısından çok ürkütücü bir sakınca ya da engel yaratmıyor. Tersine, sürü ya da burada ihtiyaç duyduğumuz anlamı “kitle” sözcüğünden çok daha iyi aktarabilen “yığın”, "benzeşerek yakınlaşma" diye adlandırabileceğimiz bir eğilimle, kendi niteliksiz kabalığının bir kopyasını, daha doğrusu, izdüşümünü gördüğü yahut hissettiği bu kadroları ve önderlerini destekleyebiliyor, tercih edebiliyor. Tercih etmenin en kolay, en zararsız sanılan, en az cesaret isteyen yolu ise oy vermek biçiminde gerçekleşiyor.
Ancak, bunun gittikçe yakınlaşan bir zaman sınırının olduğunu anlamak, hem pek çok kez tanık olunmuş bir gerçekliği saptamak hem de böylece kaçınılabilecek yıkıcı bir umutsuzluğun önünü kesmek bakımından zorunlu görünüyor.