'Temelleri çürüdükçe, boyun eğmeyenler karşısında kaybedeceklerini iliklerine kadar duydukça küresel yönetim stratejileriyle oynuyorlar'

Kitle imha silahları, kara para ve terör derken…

Neoliberal dünyanın hangi kolu tutulursa tutulsun, hangi stratejisi incelenirse incelensin, hangi alt başlığına girilirse girilsin her şeye bir gerekçe bulunuyor. Bu gerekçeler de kurumlaştırmanın ve kurallaştırmanın, önlemlerin ve müdahalelerin dayanakları yapılıyor.

AKP’li 45 milletvekilinin imzasıyla TBMM’ye sunulan “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi” bu alandaki belgelerinden biri. 

Bir ucunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), bir ucunda OECD ve onun bünyesinde “uluslararası para aklama ve terörizmin finansmanı ile mücadele” kuruluşu Mali Eylem Görev Gücü (FATF), bir ucunda uluslar, bir ucunda uluslararası ilişkiler… Konu kitle imha silahlarının önlenmesi, kara paranın aklanması ve terörün finansmanıyla buluşturulunca bir çeşit tabu haline getiriliyor. 

BMGK’den başlayan, uluslararası sözleşmelerle desteklenen usul, esas ve kararlar ulusal alana girince, ulusların özelliklerine, koşullarına, siyasi iktidarların tavır ve çıkarlarına,  dönemsel ve mekânsal yaklaşımlara göre farklılaşabiliyor. Bu farklılaşmalar da hem hukukun temel ilkeleri hem de hak ve özgürlükler yok sayılacak derecede değişim özelliği gösterebiliyor. Kaotik ortamın kaotik hukuku… 

Aslında her üç başlık da önce yaratılan, sonra hegemonya istikrarını ve iç denetimi sağlamak için mücadele edilmesi gerektiği iddia edilen bir ihtiyaçlar zincirini tanımlıyor. 

Başka coğrafyalarda olduğu gibi Türkiye’de de epeyce örnek var. En tipiklerinden biri 16 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen, kaldırıldığı halde hüküm ve uygulamaları hâlâ devam ettirilen OHAL. Bireylerin ve kurumların üzerinde hiç eksik edilmeyen bir kılıç, cumhurbaşkanına hakaretten milli güvenliği tehdide, terör örgütü iddiasından bu örgütlerle aidiyet, iltisak veya irtibata kadar kapı pervazlarında asılı tutuluyor. Halka kavramlar üzerinden üç maymunu oynamak seçeneği bırakılıyor. 

Bu kavramların ortak özelliği belirsiz ve öngörülemez olmaları. Yani hukukun en temel ilkelerinden olan “belirlilik” ve “öngörülebilirlik” ilkeleri, esnek ve keyfi takdir hakkına teslim ediliyor. Her an korku içinde yaşarken bir yandan da söylem ve eylemlerinizin kim tarafından ne zaman terörle bağlantılı olarak tanımlanacağını bilmiyorsunuz, öngöremiyorsunuz. 

Düşünme ve düşündüğünüzü açıklama özgürlüğünüz tehdit altında köreltiliyor. Bu durum diğer hak ve özgürlükleri etkilediği gibi hak arama özgürlüğünü de etkiliyor. Siyaseti başkalarına bırakıp uzak kalmanın gereğine inandırılıyor. 
Kanun teklifi okunduğunda ayrıntılı olarak görülecektir. Ana hatlarıyla sıralarsak:

Bir kere, BMGK kararlarını, FATF raporlarını, Kanun teklifinin görünürdeki gerekçesini ve önlemler paketini ağır bir şekilde aşan, birçok kişi ve kesimi zan altında tutarak korku yaratan, “hukuk güvenliği” yerine “hukuk tuzağı” getiren bir metin söz konusu. 

İkincisi, teklifteki birçok tümcede, cumhurbaşkanına ve içişleri bakanına devredilen yetkilerde, yönetmeliklere ve kararlara bırakılan düzenlemelerde “kanunilik ilkesi” yok sayılıyor, yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesi çiğneniyor. Hem belirsizlik ve öngörülemezlik hem de kanunla açık olarak düzenlenmesi gereken konularda koşulsuz yetki devri söz konusu. Cumhurbaşkanına tanınan yetkiler geniş, takdiri, sınırsız, keyfi uygulamalara açık. Teklifi okuyanlar belli ve kesin hükümler yerine öngöremedikleri bir tehditle karşı karşıyalar. Bunu yakın tarihteki OHAL KHK’lerine benzetebiliriz. Amaç denetimi yapıldığında görünürdeki amaçla gerçek amaç çakışmıyor.   

Üçüncüsü, düşünce, düşünceyi açıklama, kişisel verilerin korunması, örgütlenme başta olmak üzere hak ve özgürlükler Anayasaya aykırı şekilde sınırlandırılıyor, kimi durumlarda da durduruluyor. “Makul sebeplerin varlığı” sözcüklerine dayanılıyor ama makul sebeplerin ölçütleri kanunda açık ve net gösterilmemiş; varlığın tespiti de takdiri ve keyfi.

Dördüncüsü, anayasal güvence altındaki dernekler potansiyel suçluymuş gibi baskı ve tehdit altına alınıyor. Denetimleri sıkılaştırılıyor. Görünürdeki gerekçelerin arkasına sığınılarak bütünüyle keyfi bir denetim öngörülüyor. Denetim kurumsal olmaktan çıkarılıp yetkilendirilecek kamu görevlilerine yayılıyor. 

Beşincisi, avukatlar da devreye sokularak ihbarcılık kurumlaştırılıyor. Soyut ve geniş bir istihbarat yetkisi getiriliyor.   
FATF’nin Türkiye raporlarında yinelenen; (i) coğrafi konum nedeniyle insan, uyuşturucu, yakıt kaçakçılığı riski ile terör saldırısı tehdidinin yüksek olduğu ülke, (ii) kara para aklamada ve terörün finanse edilmesine karşı mücadelede ciddi eksiklikleri olan ülke uyarıları, sorunu hukuksallık, yönetim zaafları ve denetimsizlik gibi biçimsel eksikliklere sıkıştırıyor. Bu önlemlerle çözüm gelecek gibi duruyorsa da bir türlü gelmiyor.   

Her seferinde yüksek ve yakın tehdit ileri sürülüyor, her seferinde eksiklikler saptanıyor. Bu devamlılık ve saptama yalnız Türkiye’de değil, kapitalist dünyanın tüm ülkelerinde öyle ya da böyle, az ya da çok geçerli. Yakın tarihte Fransa’da izledik. 

Ne deniliyor?

Kapitalist/emperyalist ilişkilerde bağımlı tutulacaksınız, üzerinizdeki baskı ve şiddet süresiz kılınacak, sömürülen ve ezilen halk sorgulama ve değerlendirme yapmayacak/yapamayacak, örgütlenilmeyecek ya da örgütlenenler siyasi iktidarların uydusu olacak… Mücadele denilen şey de ancak ve ancak kapitalist/emperyalist dünyanın canavarlaştırdığı sözde düşmanlara karşı stratejileri belirlenmiş biçimde tanımlanacak. Sakın ha sınıfsallığın, sınıfsal örgütlenme ve mücadelenin bu stratejide yeri yok. Olursa onlar da kaçakçılık, kara para ve terör batağına itilerek hukuk denilen hukuksuzlukla eritilecek.

Kapitalist/emperyalist düzen sürdükçe üç başlık da yaşamaya devam edecek, yanlarına yenileri de eklenecek. Arkasına sığındıkları gerekçeleri ve koşulları yaratan ve yaşatan onlar, mücadele düğmesine bastıranlar da onlar. İstekleri ve amaçları yasal ve kurumsal kapasitenin güçlendirilmesinden, önleyici tedbirlerin alınmasından, ayni, nakdi, ekipman ve teknoloji kontrolünden, malvarlıklarının dondurulmasından, uluslararası standartlara uyum sağlanmasından, usul ve esas belirlenmesinden çok ötede. 

Sahi, devasa şirketler ve holdingler, banka ve finans kuruluşları, menkul ve gayrimenkul hareketi, ulusal ve uluslararası sermaye kimin elinde?  

Doğayı, insanı ve emeği kendilerine, yalnızca kendilerine istiyorlar. Temelleri çürüdükçe, çökme emareleri arttıkça, boyun eğmeyenler karşısında kaybedeceklerini iliklerine kadar duydukça küresel yönetim stratejileriyle oynuyorlar, yeni korku ağları örüyorlar, sonra da kurtarıcılığa bürünüyorlar. Kendileri de biliyor: Sömürücüler her zaman kaybeder.