Kapitalist dünyanın yaratığı olan virüsün işgali sınır ve ulus tanımıyor.
Aslî, ivedi ve genel görev, yükümlülük ve sorumluluk devletin.
Anayasa bunu söylüyor, hem de öyle OHAL ilan etmeye gerek olmaksızın.
Bugün 24 Mart. İnsanlık düşmanı-sömürü dostu katillerin kurşunlarıyla 42 yıl önce katledilen hukukçu, insanlık sevdalısı, adalet ve sosyalizm mücadelecisi Doğan Öz’ü anma günümüz.
Bu yılki anma toplantısını İzmir olarak planlamıştık. Salgın günleri nedeniyle yapamadık. Bu nedenle Perşembe yazımı hoşgörünüze sığınarak bugüne çektim.
Toplum sağlığını tehdit eden koronavirüs toplantısından sonra yapılan açıklamadan anlaşıldı ki sorunumuz sağlık değil piyasaymış.
Piyasa virüs tehdidiyle karşı karşıyaymış, ekonomik kriz de patronların kriziymiş.
Yaygın bir alışkanlıktır, aynı zamanda yaygın bir ihmaldir; afet, maden göçüğü ya da gaz faciası, işçi cinayetleri, çocuk ve kadın cinayetleri, aydın cinayetleri, siyasi cinayetler, insan ticareti ve pazarlığına bağlı cinayetler, ölümcül salgın hastalıklar, terör eylemleri, katliamlar, devlet kaynaklı şiddetle yaşam kayıpları ve yaralamalar, savaşlarda akan kanlar fiilen yaşanıldığı zaman dilim
Emperyalizmin Ortadoğu'daki mekan, çıkar, ekonomi, savaş plan ve eylemleri dünyada yaptıklarının büyük aynası. Bu aynaya diğer coğrafyalardakilerden daha ağırlıklı olarak dinsel gericiliğin işbirliği de ekleniyor.
Yazamadığım iki hafta için okurlardan özür dileyerek, sıkça karşılaştığım sorulardan birine değineceğim bu hafta: “vatana ihanet”…
Kapitalizmin kentlerinin rant, para, talan, birikim, sınıfsal çıkar ve ücretli emeğin depolama kentleri, emeğin arz talep pazarları olduğu, yıkılıp yapılma döngüsü içinde kriz aşıcı rol üstlendiği, imar aflarını ve uzlaşmaları her daim elde tuttuğu, kamusal alanlara el koyma kolaylığını taşıdığı bilinmez değil.
Devlet ne kadar sınıfsallığıyla sermayenin hizmetinde olursa olsun, kamu hizmetlerinde ne kadar ticarileşirse ticarileşsin, ne kadar piyasacı olursa olsun kaçınamayacağı, olmazsa olmazı olan görev ve sorumluluklarından biri öncesiyle, sırasında ve sonrasıyla depremle bağlantılı.
Deprem bir doğa hareketi, bir çeşit doğal yerleşme.
Halk arasında, günlük dilde biraz da gelişigüzel olarak yaygın kullanılır; çocukların korunması, evlilik, gayrimenkul alım satımı ya da kiralanması, ikinci el otomobil alım satımı gibi birçok konuda yabancıyla karşı karşıya gelmemek bir güvence ve dostluk işareti olarak görülür.
1902 ile 1963 arasında dünyayı gözleriyle gördüğü yıllara çok şey sığdırdı; tutsaklıktan özgürlüğe, hasretlikten sevdaya hepsini dolu dolu yaşadı, dolu dolu yazdı. Yaşadığı yıllar yaşına göre ne kadar azalırsa azalsın O, aydın ve sanatçı olarak, komünist olarak hep önde olacak, hep ışık tutacak.
Kimi konular var ki duyunca ya da okuyunca “birileri bizimle dalga mı geçiyor” denir. Kimi konular komplo teorileri olarak tanımlanır. “Hayatta olmaz” gibi kesin karşı çıkışlara “olursa bıyıklarımı keserim, saçımı kazırım” gibi kolay nüktedanlıklar da eklenir. Kimi konular da içinden çıkılamazsa tanrısallığa, tanrısal hikmete ya da kadere bağlanır.
İlk yazı derken kendimi kastettim. Hukuk derken dünyayla baktığımız bir üstyapı aracını, yüzüncü yıl derken de Türkiye Komünist Partisi’nin yaşını…
2020’de “TKP’nin Yüzüncü Yılı” sözcüklerini çok duyacak çok okuyacaksınız. Az değil, bir asır.
Nazım’ın;
Kararlılar, yürüyorlar, gerçekleştiriyorlar.
2002’den bu yana yaptıkları birçok şeye “olmaz, yapamazlar, sorun yok” denildi ama oldu, yaptılar.
“Bu parlamenter rejimden kurtaracağımız şeyler var; daha esnek, kolay, ilkesiz ve denetimsiz bir yönetime ihtiyaç var” derken, “yine de ihtiyaç duyulduğunda kanunlarımız olmalı, kanunlarla baskıyı sürdüreceğimiz alanlar var” diye başkanlı yönetime geçerken sermaye sınıfının çıkarını düşünüyorlardı.
Artık kontrol edilemez hale gelmişti. Ne usulü vardı ne de esası, ne devletle sınırlıydı ne de özel kuruluşlarla, ne disiplini vardı ne de ahlakı.
Herkesin üzerinde büyük gözaltı olarak dolaşıyordu. Bireyi, ailesini, yakın çevresini, arkadaşlık ilişkilerini, işini, girilen çıkılan yerleri, telefon görüşmelerini, sosyal medya hareketlerini, yazışmalarını bütünüyle etkiliyordu.
TMMOB tarafından düzenlenen “Kamucu Politikalar Sempozyumu” 22-23 Kasım günlerinde yapıldı. Ardından 26-28 Kasım günlerinde Türk Sosyal Bilimler Derneği (TSBD) tarafından düzenlenen “16. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi” (USBK) ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezinde başladı.
Başlık iki durumu birden içeriyor. Birincisi bağımsız denilen yargının bağımlılığı, ikincisi de yargıya bağımlılık…
İkinci birinciyi besliyor. Aslında bağımsız olmadığını, edilgen olarak yönetildiğini görmeden, körü körüne bir bağımlılıkla yüceltiliyor yargı. Birinci de bu yüceltmeye sığınarak kendi kayıt ve koşullarını görmezden gelerek yaşıyor “bağımsızlık kılıfı” içinde.
Laik hukuk devletinden uzaklaşma, masumiyet karinesi ihlalleri, güvenlik soruşturması, OHAL uygulamaları ve devamı, çifte standart hukuk ya da keyfiliğin hukuka dönüştürülmesi, muhalefet etme ya da eleştirmenin hakaret sayılması ve bunlar gibi birçok örneği vardı; ekonomiyi eleştirmenin suç sayılıp cezalandırılması da konuşulmaya başlandı.
Anlamı ve amacı açık:
Gücün sembolüydü, zehirlenmenin sembolü oluverdi ıspanak.
Ispanak artık çok yönlü kullanımının yanına zehirlenme de eklenerek tarihteki yerini alacak.
Yalnız ıspanak mı zehirliyor ya da ıspanak hariç her şey mükemmel mi?
“Akıllı çocuklar için kesinlikle öznel ve fakat gerçek bir öykü” aktaracağım bugün.
Eylül 1981’de yayın yaşamına başlayan aylık sanat-edebiyat dergisi “Yarın”, “Yarın Yayınları”ndan çıkardığı kitaplara ek olarak dergi eki kitapçıklar da verdi. Bunlardan biri de (Mart 1984 tarihini taşıyan) “Şili” kitapçığıydı.
Hafta sonu torunum Emek’i basketbol çalışmasına götürdüm. Onlar salonda çalışırken biraz okurum diye okul bahçesine çıktım. Bahçe dediğim asfalt dökülmüş oyun alanı; basketbol sahası var, bir de potaların altında küçük futbol kaleleri.
Siyasal ve yönetsel itiraf da denilebilir, cumhuriyete ve hukuka karşı intikamı tescil itirafı da…
Pozitif hukukun satırlarından bakarsak altından kalkılamayacak çok konu var. Ya da oradan baktırarak perdelenen, kabul gösterilmesi istenilen çok konu var.
İşte sınır ötesi silahlı kuvvet kullanımı hakkında süre uzatımı… Kimilerinin bağrı yana yana Meclisten geçti. Yani anayasal süreç tamamlandı. Bu kadar mı? TBMM Kararı var ama Suriye savaş suçları kat kat birikiyor.
Gericilerin her depremi dinselliğe, inanç eksikliğine bağlamaları yalnızca kendi çaresizliklerini örtmek için değil, kapitalizmin felaketini ve çürütmesini örtüyorlar.
Kapitalizm de bu tür teraneleri istiyor.
Hemen her gün terör örgütleri ve örgüt üyeliği iddiasıyla tutuklamalar ve hüküm giymeler sürerken, kimi siyasilerin ve bakanların terör örgütlerinin büyüdüğü, terörle mücadelenin kesintisiz sürdüğü konusundaki açıklamaları birçok çelişkiyi içinde barındırıyor. Bir yandan da toplumsal yaşamın terörle mücadeleyle bütünleşmesi, oraya kilitlenmesi sonu gelmeyecek bir kalıcılığa bağlanıyor.
Son zamanlarda “ilginç kararlar çıkmaya başladı, yargıda bir şeyler mi oluyor” sorusu sık sorulmaya başladı.
Bağımlılık kavramı bir beyin hastalığı olarak, çok disiplinli iyileştirme ama bireysel olma özellikleriyle, madde bağımlılığı ve davranışsal bağımlılık ayrımından başlayarak türlü türlü dallara ayrılıyor.
Bağımsızlığın karşıtı olarak değerlendirildiğinde anlamı daha da derinleşiyor bağımlılığın; tutsaklıkla, özgürlük yoksunluğuyla anlatmaya başlıyoruz bu sefer.
Bomonti Bira Fabrikası taşınmazlarının Diyanete tahsisi haberi, 1 Nisan şakası haberi gibi algılandı kimilerince. Aynı yerde konserler de verilmişti. Bomonti Fabrikasına ve çevresine göz koyanlar tarikat ve cemaatlerle birlikte büyük sermaye, tıpkı diğer Tekel işletmelerinde ve birçok kamu kuruşunda olduğu gibi…
Adalet adli yıl açılışına, adli yıl açılışı da Külliye toplantısına ve katılıp katılmama haberlerine kilitlenince başlığı böyle atmak kaçınılmaz oldu.
Düzen ve arabulucu çeşitli yollarla buluşuyor.
Birincisi, zorunlu ve iradi olmak üzere kanunla oluşturulan arabuluculuk.
Zorunluluk arabuluculuk, düzene meşruiyet kazandırmasıyla, akışıyla ve sonuçlarıyla düzen içinde bile hayli tartışmalı. İşçiyi koruyor gibi gözüküp uzlaşmaya sevk ederek patron ve düzen karşısında kabulcü yapan, işçi sınıfı düşmanı bir müessese.
15 Temmuz üçüncü yılını geçerken pazarlığa dayalı cemaat hesaplaşmaları ve hesaplaşma görüntüsü altında emekçilerin ağırlıklı olduğu kıyım devam ediyor. OHAL’siz OHAL baskısı da devam ediyor.
Madalyonun bir yüzü buysa, diğer yüzünde farklı tarikat ve cemaatlerin hız kesmeyen büyümeleri; devlete ve ekonomiye, eğitime ve sağlığa yerleşmeleri, kadrolaşmaları var.
Klasik burjuva devlete sıkı bağlılık demokrasi, seçimden seçime oy kullanma, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, sosyal hukuk devleti gibi kavramlara olduğundan fazla anlam yükler.
Son günlerde özellikle Anayasa Mahkemesi’nin öne çıktığı çeşitli yargı kararlarıyla ve yerel yönetim seçimlerinin de rüzgarıyla bir şeylerin değiştiği algısı konuşulmaya başladı.
Bugüne kadarki tüm toplum tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu biliyoruz. Bu tarih içinde birçok ikiyüzlülüğün olduğunu da biliyoruz.
İkiyüzlülük, tıpkı eşitsizlik ve adaletsizlik gibi, sömürü gibi kapitalizmin özünden geliyor, insanlığa karşı ve işçi sınıfı düşmanlığı için kullanılıyor.
Düzen içine yapışıp kalındığında siyaset dünyasında alışılmış sahneler yinelenir durur. Konuşulur, zaman zaman ton yükseltilir, beğeniler, alkışlar alınır; yürünür, meydanlara çıkılır; siyaset sahnesi ve partileşme hareketlenir. Ama vitrinler ya da kılıflar değişir yalnızca. Düzenin özü aynıdır, sömürü at koşturur.
Oyalamayı kısa yoldan söylersek:
Bir, “anayasamız var, anayasalı toplumuz” denir ama anayasaya uyulmaz, hukuk devleti ilkeleri çiğnenir, çifte standart uygulamalar yapılır, varlığından destek alınan anayasayla keyfiliğin üstünlüğü esasına dayanılır.
İki, “anayasamız var ama içinde yerine oturmayan parçalar var, tamirata girişsek iyi olur” denir.
Malum ve benzeri fotoğrafları herkes görüyor. Kamu hizmetinde, parlamentoda, yargıda, iç ve dış güvenlikte, eğitimde, sağlıkta, evlilikte, cinsellikte, kadında, çocukta, seçimde… Bütünsel olarak devlette, hukukta, siyasette ve toplumsal yaşam tarzında her gün yenileri ortaya çıkıyor.
2000’lerin başlarıydı. Anayasa Mahkemesi Danışmasında görevli arkadaşlar bir siyasi parti başkanının görüşmek istediğini söylediler.
Mücadelelerle kazanılan ve korunan genel oy hakkının, nihayet içinde tüm çürümeleri taşıyan sömürücü ve gerici düzenin emrine amade edilmesinin örneklerini alabildiğine yaşatan AKP tarihi, hiç olmayacakları bile yapmanın becerisiyle 23 Haziranı seçmenin önüne koydu.
Soru garip gelebilir. Bakan gibi, ataması, görevden alınması, andiçmesi, kime karşı sorumlu olduğu, görevleriyle ilgili işlerde soruşturma ve yargılanması Anayasayla; görev ve yetkisi, kanun, önceden kalma KHK ya da CBK gibi hukuk belgesiyle biçimlendirilen bir makam sahibinin böyle bir soruyla anılması yadırganabilir.
Cinayetler hep serileşti, yargı cinayetleri de…
Seçim haberleri bıktırdı. Bir o kadar da ilgi çekiyor.
Nihayetinde bir demokrasi yanılsaması yaşatılıyor. “Hiç olmazsa demokrasinin muslukları açıldığında sular akıyor, bir de akmazsa” deniliyor.
Akmaması kötü. 12 Eylül 1980’i ve sonrasını yaşadık, sıkıyönetim dönemlerini yaşadık. Daha yakında Temmuz 2016’yı ve OHAL dönemini yaşadık.
Hukukun yapılan ve yapılabilecek tanımlarına takla attıran çok örnek biriktirdi AKP.
Hukuksuzluğun hukuk kılıfına sokularak sunulduğu, hemen her yerde ve olayda keyfiliğin boy gösterdiği uygulamalar yalnız OHAL döneminde değil, tüm dönemlerde yaşatıldı.
Seçim adaletsizliğini yasalarıyla, hukukuyla, siyasi partiler arasında yaratılan eşitsizlikle, kampanyasındaki adaletsizlik ve baskısıyla, yönetim ve denetimiyle, uygulamasıyla birçok yönden anlatıp dururken İstanbul seçim yenileme işi katmerli adaletsizliği pekiştirdi.
İstanbul büyükşehir başkanlığı seçiminin yenilenmesi kararı her yönüyle birçok ihmal ve ihlalin, hukuksuzluğun birikimini taşıyor ki, nihayetinde hukuksuz, sakat, meşru değil. Buna yol açan YSK’nin yenilenecek seçimi de yönetecek ve denetleyecek olmasına Salı günkü yazımda değindim.
ABD başkanlarından Roosevelt’e mal edilir büyük sopa politikası. Uluslararası ilişkilerde tatlı konuşulacak ama arkada mutlaka büyük bir sopa gizlenecek ve gerektiğinde kullanılacaktır.
Asıl olan emperyalizmin çıkarıdır. Bu çıkarlara engel olunmaya kalkılırsa, silahlı müdahale, toprak işgali, şantaj, darbe, terör, ambargo gibi her türlü yol denenecektir.
Dün 1 Mayıs’tı. Dün umudu çoğalmak, sosyalizm kararlılığını ve örgütlü mücadeleyi yaygınlaştırmak için birlik, mücadele ve dayanışma günleriydi işçilerin, emekçilerin. Dün sömürülenler alanlardaydı kol kola yürek yüreğe.
Dün hem uyarılarını yaptı işçiler hem de sahte ve geçici umutlara kanmayacaklarını, sömürüsüz dünya hedeflerini haykırdılar.
Çöp üzerine analizler yapılıyor, mahallelerdeki çöp analizlerinden ekonomik ve sosyal analizlere de gidilmeye başlandı. Münferit de olsa kimi çevrelerde ve okullarda atıkları dönüştürme eğitimleri veriliyor.
Ya da adı “yirmibeş kuruş” konulan yöntemlerle plastik atıkların “plastik torba” bölümünün ağırlığı azaltılmaya çalışılıyor.
Böyle dedi ODTÜ öğrencileri ve emekçileri... Ve Devrim Stadyumunu yeniden şenlik kapsamına aldırdılar. İşlerine ve geleceğe baktılar; ilgisizlik ve kayıtsızlık haliyle değil, tam tersine somut durumun somut analizini yaparak.
OHAL ortamında ve koşullarında dayatılan anayasa halkoylaması, başkanlık ve parlamento seçimlerinden sonra çok kullanılan sözcüklerden biriydi “normalleşme”.
En çok da büyük sermaye dile getirdi normalleşmeyi; halkın bunalmasını çeyrek ağız, hukuksuzluğu yarım ağız söyleyerek.
Merkezi yönetim değişikliğinden sonra, siyaset dünyası kadar kamu yönetimi üzerinde kafa yoranların da çok tartışacağı, değerlendirmeler yapacağı yerel seçimler geride kaldı. Ne değişti, ne değişir tartışılacak, görülecek. Bu hafta itirazlar dönemindeyiz.
Ekonomisi, aydınlanması, laikliği, kültürü, bilimi, eğitimi, sağlığı, tarımı, insanlığı, siyaseti, hak ve özgürlükleri, adaleti ve eşitliği, devleti ve hukukuyla sapır sapır dökülüyor düzen.
Kişilere ve dönemlere göre farklılaştırılsa da yargının üç sacayağında, iddiada Savcı Doğan Öz, savunmada Avukat Halit Çelenk, kararda Yargıç Ali Faik Cihan isimlerinin sınıfsal bakışlarıyla ilk akla gelenler arasında olması tartışma götürmeyecektir.
Düzenin çok partili ve birbirinin içine geçmiş çok adaylı siyaseti aslında tek siyasetle yerel seçimlere giderken, AKP liderini merkeze oturtan bir kampanya yürütüyor. Başkanlı rejim, liderin baskıcı tavrı gibi nedenler, milletvekili kaynaklı adayların cılız çıkışlarını da eritiyor.
Milletvekili ve Avrupa Birliği Uyum Komisyonu Başkanı AKP’li Mehmet Kasım Gürpınar, “Erdoğan’ı desteklemenin imanın gereği” olduğunu ifade ettikten sonra daha ağırıyla devam ediyor, mahşerde hesap sormamaya kadar gidiyor. Emanet ehline verilmezse mahşerde hesap sorulacakmış.
Yürütmenin bütünüyle başkanda toplandığı, bakanlıklar ve politika kurulları dahil tüm kurum, kurul ve kuruluşların başkana bağlı “idare” içinde yer aldığı, yasamanın işlevsiz ve yargının güdümlü hale getirildiği yeni devlet düzeninde yerel yönetimlerin önemini çeşitli yazılarda vurguladık.
2011’in 5 Mayıs'ında aramızdan ayrılan Halit Çelenk’in 2014 anma etkinliğinde Türkiye hukuk ve siyaset tarihinin örnek insanını yalnızca etkinliklerle anmanın ötesine taşımak gerektiğine inandığımızı belirtmiş, adına düzenlenecek ödüllere katılacak eserlerle yaşatılmasının önemini vurgulamıştık.
AKP’nin 2002’den bu yana süren iktidar tarihine, bu tarih içindeki genel ve yerel seçimlere, halkoylamalarına bakılınca, yine “demokrasi ve seçim” sözcüklerine sarılmasında hiç şaşırtıcı yan yok.
Yerel seçim havası ısınırken çürüme de devam ediyor.
Toplumsal, kültürel, siyasal ve ekonomik, bütünsel çürümenin kaynağını oluşturan sömürü düzeni, seçim ve siyaset sathının aynı havuzun içinde erimeye bırakılmasını, kimi solun da bu erimeye katkısını ellerini ovuşturarak izliyor.
Sevgiyle, saygıyla andığımız Yılmaz Onay, Hans Fallada’nın aynı adlı romanından uyarlayarak oyunlaştırmıştı ve yönetmişti Ankara Sanat Tiyatrosunda “Küçük Adam Ne Oldu Sana”yı.
Sözler, hem bir siyasi partinin başkanı hem de devletin başı bir kişiye aitse birçok kez düşünülmesi gerekiyor.
Liberalizmin serbestlik temeline dayanmasının, paranın saltanatının ve kapitalizmin ekonomi politiğinin gereğini yerine getiriyorlar.
Tartışmalar kurallı ve kârlı özelleştirme ile sınırsız serbestlik arasında sürüyor. Aynı tartışma “emek” için de geçerli: bir taraf çalışma hukukunun ve iş sözleşmesinin hak sınırları içinde kalınmasını diğer taraf esnek mi esnek işgücünü savunuyor.
Cumhurbaşkanı İZBAN grevinin "şehir içi toplu taşıma hizmetlerini bozucu nitelikte görüldüğünden" altmış gün süreyle ertelenmesine karar verdi.
Önceki dönemde böyle bir kararın altında bakanlar kurulu imzaları bulunurdu. Şimdi cumhurbaşkanı imzası yetiyor.
“Grev denilen olayı kaldırdık” sözcükleri anayasal bir hak olmasına karşın işçinin haklarını korumasını yasaklamayı tanımlıyor; işverenin işçiye karşı çıkarını koruma aracı olduğu ileri sürülen lokavt ise açık olarak ilan edilmeden parça parça uygulamaya sokuluyor.
Bakmayın kimi erteleme kararlarında grev kararıyla birlikte lokavt kararının da ertelenmesine.
Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’in, daha birçok emekçi, aydın, sanatçı ve öğrencinin başlarına gelenler hukuksuzlukla tanımlanırken, çelişkilerle ve adaletsizlikle anlatılırken saptamalar ve tepkiler doğru ama eksik.
Eksik olan özgürlüğü sınıfsal olarak okuyamamak.
“Müslümanın olduğu yerde sömürü olmaz, soykırım olmaz, husumet olmaz, adaletsizlik olmaz, gelir dağılımı çarpıklığı olmaz” sözleri AKP genel başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait.
Kavgalar, cinayetler, baş kesme önerileri, yolsuzluklar, talan, yobazlıklar, cinler, hurafeler… Nasıl bir yozlaşma ve karanlık içine itildi toplum? Kadın düşmanlığı, çocuk istismarı ve tecavüzleri dinselliğin nutuklarına sığındırıldı. Cinayetin adı kaza, gericiliğin ve hakaretin adı özgürlük, talanın adı özelleştirme, sömürünün adı düzen oldu.
Küba Devriminin altmışıncı yılını kutlama ve Fidel Castro’yu anma etkinliklerinde, Türkiye Komünist Partisi’nin konuğu olarak Türkiye’de bulunan Küba Merkez Komite Üyesi Juan Carlos Marsan Aguilera Ankara’da yaptığı konuşmada Küba’yı, Fidel’i ve Devrim mücadelesini en iyi anlatan belgelerden biri olan Moncada Kışlası baskını yargılamasındaki tarihi Fidel savunmasına da gönderme yaptı.
Bir toplum anayasanın önünde, ona rehberlik yapıp yönlendiriyorsa, egemen olabiliyorsa, mevcudunu kullanırken de, değiştirirken ya da yenisini yaparken de ilerici ve toplumcu kılar. Yoksa iyi yazılmış anayasa kötü kullanılır; değiştirilmesi de kötüye gider.
10 Kasım 2018 anmasında Anıtkabir Özel Defterine Cumhurbaşkanı tarafından yazılan dört tümcenin üçüncüsü, “Cumhuriyetimizin 95'inci seneyi devriyesinde açılışını yaptığımız İstanbul Havalimanı tarihe nakşolmuştur” şeklindeydi.
Kara büyüler grubu içinde yer alan, domuz yağı büyüsü de denilen domuz büyüsü öyle belalıymış ki her hoca tarafından yapılamadığı gibi her hoca tarafından da bozulamıyormuş. Ancak cinleri olan, cindar hocalar tarafından cinler kullanılarak yapılırmış.
AKP, hukuksal girişimleriyle ve baskılarla yerel yönetimlere el atarken siyasal ve ekonomik çıkarlarıyla birlikte kaynak paylaşımına ve mülkiyet değişimine de müdahale ediyor.
AKP iktidarından, başkancı yönetim modeline geçişten, halkoylaması ve seçim sonuçlarından, hukuksuzluktan, muhalefetsizlikten, siyaset ve devletten, en yıkıcı olarak da işsizlik ve ekonomik kriz altında ezilmekten yakınanlar görünür şekilde artıyor.
Hukuk konusunda bilindik tüm birikimler farklılaştı, keyfileşti. Öyle, biçim ve ilkeleri olan bir yasama ve hukuklaştırma, hukuku tanıyan devlet, biçim ve ilkeleri olan hak arama ve yargılama yok artık.
24 Ocak ve 12 Eylül 1980, 7 Kasım 1982 ve 13 Aralık 1983… İlk ikisi darbe başlangıcı ve darbenin, sonraki ikisi de Anayasa’nın halkoylamasıyla kabulünün ve ANAP’ın tek başına iktidar oluşunun tarihleri.
Anı Tur işçilerinin haksız olarak işten çıkarılmasından bu yana direnişleri ve mücadeleleriyle ilgili tüm gelişmeleri soL okurları yakından izledi. 1 Ekim tarihli haberin başlığı “Anı Tur işçileri kazandı” idi.
Ne zaman gündeme gelse tartışmaları da yanında taşır af. Tartışma, siyasetin seçtiği suç ve ceza konularıyla, kapsamda kimlerin olup olmadığıyla, yüzeysel eşitlik ve ayrımcılıkla sürer.
Üçüncü Havalimanı inşaatındaki işçilerin insanlık dışı yaşam ve çalışma koşulları ile inşaat alanındaki işçi cinayetleri konusundaki haklı taleplerini içeren eylemleri olmasaydı, tahtakurusunun işçileri tehdit ettiğini çok az insan bilecekti.
2018-2019 eğitim öğretim yılı başlarken ne değişti?
“Hiçbir şey, eski hamam eski tas” denilebilir kestirmeden. Yanlış olmaz ama eksik olur hem de çok eksik.
Gerici ve piyasacı eğitimi 12 Eylül 1980’den sonra zirveye taşıyan AKP politikaları -parti yerine kişiyle- devam etmekte. Eksik olansa, daha da gericileştirerek, piyasaya daha da tutsak ederek ve kandırarak devam etmesi.
“İdam da nerden çıkıyor, kaldırılmadı mı, tekrar gelebilir mi” gibi sorulara ilkin bir anekdotla yanıt verelim. Alman arkadaşım Hans, Türkiye’de araç trafiğinde sürekli korna çalınmasını yadırgayarak nedenini sormuştu. Çeşitli nedenleri sıralayarak anlatmaya çalıştım, ikna olmadı. Sonunda “Hans, burası Türkiye” dedim, “anladım” dedi.
Yıllardır “parti devlet” tarafından teslim alınan, teslim alınırken de çok yönlü kıyıma uğratılan bir yargı ile geldik 2018’e. Artık yargı, “birey devlet”e devroldu.
“Günümüzden altı bin yıl kadar önce artı ürüne sistematik el koymaya dayalı sınıflı toplumlara geçildiğinde gerçeği de sistematik olarak çarpıtmanın temelleri doğmuş oldu. Artı ürüne el koyan sınıf kendi eşitsiz durumunu meşrulaştırmak üzere inançları/varsayımları mutlaklaştırdı. Toplum tarafından yaratılan simgeler bir tapınma nesnesi haline geldi.”
Ekonomik güvenliği tehdit içeren işlemlerde bulunan kişi ya da kişiler hakkında soruşturma başladığı açıklanıp bu işlemlere sosyal medya da eklenince hukuk alanında kafalar yine karıştı. Hep böyle oluyor, önce karışıklık sonra kanıksanma.
Siyasal ve ekonomik kriz dur durak bilmiyor. Dağ gibi yığılan enkazla yönetmeyi sürdürmek suskunluğa ihtiyaç duyuyor. Suskunluktan teslimiyete giden yol sürekli kısalıyor, teslim alınmalar da artıyor. Düzen içi muhalefetin teslimiyetinden bir parça geçen haftaki yazımın konusuydu. Bu haftaki konumuz ise dinsel teslimiyetten bir parça.
OHAL’i kalıcı hale getiren yasa 31 Temmuz günü yürürlüğe girdi. Kimi hükümleri süresiz; meslekten çıkarmaya, meslek ad ve haklarını kullanmamaya, pasaport iptaline ilişkin kimi hükümleri de üç yıl süreli uygulanacak.
Emekçiler üç yıl süreyle Demokles’in kılıcı gibi ensesinde hissedecek çalışma yaşamına müdahaleyi ve meslek kıyımını.
Bir kırkıncı yıl kitabı geldi Yazılama’dan: “Karanlığın Katlettiği Bir Bilim İnsanı: Necdet Bulut”.
“Cumhuriyet ve Aydınlanma”nın dibe, sömürü ve gericiliğin tavana vurduğu; “yeni, yeni” diye kara delik içinde kaybolacak kadar bilinmez ve keyfi bir yönetim şeklinin anayasalı halde sunulduğu bugün, kırk yıl önceyi anımsamak önemli mi?
Hem evet hem hayır…
İki yıl önce ilan edilen, üç aylık sürelerle uzatılan, son uzatma süresi biten OHAL için yeni bir uzatma kararı alınmadı. Artık OHAL kuralları ve koşulları uygulanmayacak. Buraya kadar evet.
Ama OHAL hem hukuksal hem olgusal olarak kalkmadı. “Evet ve hayır”ı bir arada değerlendirerek anlatalım.
16 Nisan Anayasa değişikliklerini anlatırken, maddelere tek tek girip tümce tümce okumaya gerek olmadığını, sınırsız takdir yetkisi olan denetimsiz tekli yönetime geçileceğini, parlamenter yönetim anlayışının terk edileceğini, devlet yapısının esnekleştirilip şirketleştirileceğini söyledik.
Yaşadığımız Türkiye’ye bakalım, ne görüyoruz?
İnsan insanı sömürüyor, başkasının hakkını yiyor.
İşsizlik, sermayenin işgücü deposu olarak artıyor.
Herkesin insanca yaşayacağı bir evi yok. Kira, ısınma, aydınlanma, su, toplu taşım ücreti dar ve sabit gelirliyi zorladıkça zorluyor.
Alıştırdılar…
Demokrasiyi seçim, seçimi sandık, sandığı çoğunluk olarak göstermeye; kaybettikleri seçimi gecikmeden yenileyip çoğunluğu almaya, baskın seçime, seçime istedikleri partileri davet etmeye, seçim barajını kaldırmayıp siyaset uzlaşması ve barışı kandırmacasıyla ittifaklara alıştırdılar.
“Yargı bağımsızlığı” yasama, yürütme ve yargı organlarının, dinsel, siyasal, ekonomik ve toplumsal çıkar gruplarının etkisi altında kalmamayı; aynı zamanda da birey ve/veya toplum karşısında en ufak bir kuşkuyu taşımamayı nitelendirmekle birlikte sınıfsallıktan soyutlanamaz. Yanına “tarafsız”lığın eklenmesi de bu durumu değiştirmez. Bunu hep vurguluyoruz.
“Bu sefer tamam değil mi?” diye soran seçmenler var. “Bu sefer yıkacağız” diyor kimileri çekingen kimileri açıkça… Yerine gelecek konusu ise uzun bir “es” ile geçiştiriliyor.
Hukuksal yapı durağan değil dinamik. Bu hareketlilik yapıya, ilişkilere ve koşullara bağlı olarak yön değiştirir. Değişikliğin yönü önemli. Anayasa ya da yasalarla yetki devri yapmakla, keyfiliğin adını “takdir hakkı” koymakla da hukuk olmuyor.
Yazılı hukuk görünüş itibariyle epey çekici. Anayasa var; yasalar, KHK’ler, OHAL KHK’leri, idari düzenlemeler var; yargı denetimi var. Bunlara rağmen “hukuk nasıl rafta” diye sorulabilir.
İttifak denilince seçim için özel bir anlam yüklenmiş gibi ayrıksı, özellikli bir durum yaratılıyor sanki, biraz da havalı oluyor.
İttifak, bildiğimiz anlaşma, bağlaşma… Özü şu; farklı isimler aynı siyaset, farklı partiler aynı siyaset… Tıpkı farklı hükümetlerin aynı siyaseti sürdürmesi gibi. Üstüne bir de seçim ve sandık onların mülkiyetindeymiş gibi bencillikleri var.
“Üç Fidan”ın darağaçlarıyla soldurulamadığını gösteren 46 yıl geçti. Bu yarım asra yaklaşan süre gösteriyor ki asırlar geçse de “Üç Fidan” soldurulamayacak, karanlıklar onları soldurmayı başaramayacak.
Ölüm cezası, 2004’den bu yana hukukumuzda yok ama “cumhur ittifakı”nın partileri “geri getireceğiz”i dillerinden düşürmüyor.
Uzlaşma seçim ittifaklarıyla, kaos da seçimle sınırlı değil tabii…
Gerçekleri görmek istemeyenlere ya da gerçeğin kendisini değil yansıtılan halini kabul edenlere, dayatılana rıza gösterenlere uyarıyı yaşam yapıyor ama anlayan kim? Tekelci sermaye ve emperyalizm sevdaları, dinciler, milliyetçiler bir arada; düzenin partileri de solu olmayan yelpaze halinde…
“Sata sata bitiremediler” diyoruz sıkça. “Genel oy” hakkı ve seçimler de piyasada.
Kimi olaylara şaka desek “şaka”ya, komedi desek “komedi”ye haksızlık ederiz.
Duyumlara göre, gelecek kış için önlemler erken başlamış. Dört bin yıl öncelere dayanan dumanla iletişim akıllara gelmiş. Sobalı evlerin kapısı çalınabilir ve bacanızdan çıkan dumanla iktidara karşı mesaj verdiğiniz iddiasıyla ev araması yapılabilirmiş.