'NATO basitçe bir askeri ittifak olmanın ötesinde Türkiye kapitalizminin küresel kapitalist sistemi içerisindeki yerine işaret eder ve Türkiye yönetici sınıfı açısından vazgeçilmez bir nitelik taşır.'

İsrail ile gizli anlaşmadan Finlandiya’nın NATO üyeliğine

Prof. Dr. Çağrı Erhan geçtiğimiz günlerde İsrail devlet arşivlerinin kamuya açılan kısımlarından 1958 yılında Türkiye ile İsrail arasında yapılan gizli anlaşmaya dair tutanakları paylaştı. Konuya biraz aşina olanlar, özellikle de Yalçın Küçük’ün son dönem çalışmalarını okuyanlar için herhangi bir sürpriz olmasa da, Türkiye’nin yakın tarihinin antikomünizm üzerinden okunması gerektiğinde ısrar edenlerin tezlerini doğrulaması açısından bu tutanaklara ulaşılması önemlidir.

Tutanakların bir kez daha gösterdiği şey özetle şudur: Dönemin Türkiye Başbakanı Menderes ile İsrail Başbakanı Ben Gurion’un ortak kaygısı Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın anti-emperyalist politikaları ve komünizmin Ortadoğu’da artan etkisidir, onları masaya gizlice oturtan bir diğer ortak payda da ABD emperyalizmi ile kurdukları ilişkilerdir.

Menderes Türkiye’si tam 10 yıl boyunca emperyalizmin taşeronluğunu büyük bir hevesle üstlenmiş, sadece Kore’ye asker göndermekle yetinmemiş, Ortadoğu’da da emperyalizm adına proaktif bir rol almış, 1957’de Suriye’ye, 1958’de ise Irak’a müdahale planları yapmıştır.

Her iki müdahalenin de gerekçesi benzerdir: 1957’de Suriye’de Genelkurmay Başkanı General Nizamettin emekliye sevk edilmiş ve yerine Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler kurma potansiyeli yüksek, sol eğilimli Albay Afif Bizri gelmiştir. 1958’de ise Irak’ta Menderes’in “kankası” Kral II. Faysal devrilmiş ve ulusal bir petrol politikası izlemek başta olmak üzere ABD’nin çıkarlarına zarar verebilecek bir iktidar işbaşı yapmıştır.

Menderes’in her iki ülkeye yönelik müdahale hevesini kursağında bırakan şey Soğuk Savaş’ın dengeleridir; müdahale sinyallerine karşı Sovyetler Birliği dişini gösterince ABD Menderes’i dizginleyecek ve böylece Kore’den de daha fazla ölümle sonuçlanacak, çok daha yıkıcı iki savaş engellenmiş olacaktır.

Hem Suriye’deki hem Irak’taki gelişmelerin gerisinde ise 1952’de Mısır’da Nasır’ın iktidara gelmesi ve antiemperyalist bir Arap milliyetçiliğini devreye sokması vardır. Nasır’ın özellikle 1956’da Süveyş kanalını millileştirmesi Arap dünyasındaki antiemperyalist eğilimleri güçlendirecek, ABD ise bunun Sovyetler’e Ortadoğu’da alan açacağını düşünecek ve 1957’de antiemperyalist/komünist tehdide karşı gerici Arap rejimlerini desteklemeyi, ilerici rejimleri ise etkisizleştirmeyi ya da değiştirmeyi hedefleyen Eisenhower Doktrini’ni devreye sokacaktır.

İşte önce Suriye’de sonra da Irak’ta emperyalist müdahaleye emperyalizmden daha hevesli Menderes’in İsrail’le yakınlaşmasının sırrı buradadır; Menderes ve Ben Gurion, Türkiye ve İsrail, Ortadoğu’daki antiemperyalist ve bağımsızlıkçı hareketlere karşı bir ittifak anlaşması yapmışlardır.

İslamcılar “Lozan’ın gizli maddeleri” zırvalığına devam ededursun, asıl gizli olan anlaşma budur. 1958 anlaşmasının hemen öncesinde İsrail Dışişleri Bakanı Golda Meir gizlice Türkiye’ye gelerek Marmara Denizi’nde bir teknede Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile bir görüşme gerçekleştirmiştir. İkili arasındaki bir diğer gizli görüşme de Zürih’te yapılmıştır. Ben Gurion’un Türkiye’ye gelişi de gizlice gerçekleşmiş, Menderes’le Ben Gurion arasındaki görüşmeye sadece dışişleri bakanları ve birkaç üst rütbeli asker katılmıştır. Öyle ki görüşme salonuna yemek servisi için garsonlar dahi alınmamıştır.

Bahsedilen Menderes, Said Nursi’lerin, Necip Fazıl’ların Menderes’idir; bugün de muhafazakâr ve sağ çevrelerde adı hayırla anılmakta, kendisi Özal ve Erdoğan’la birlikte “demokrasinin yıldızları” arasında yer almaktadır, idam edildiği Yassıada’ya da “Demokrasi ve Özgürlükler Adası” adı verilmiştir.

Menderes’ten Özal’a ve oradan da bugünlere bir süreklilik olduğu doğrudur ama oradaki esas unsur “demokrasi” değil emperyalizmle kurulan ilişkilerdir. Menderes Kore Savaşı’nın kan bedeli olarak Türkiye’yi NATO’ya sokmuştur. Özal, baba Bush’la birlikte Birinci Körfez Savaşı’na ortak olmaya çalışmıştır. Erdoğan, oğul Bush’la birlikte Irak işgali için “at pazarlığı yapmış, işgale ortaklık son anda Meclis’ten dönmüştür. Bununla yetinmemiş, Afganistan’da, Mısır’da, Libya’da ve Suriye’de emperyalizmin ajandasıyla ortak hareket ederek kendi siyasi ikbali adına yeni-Osmanlıcı hevesler peşinde koşmuştur.

AKP’nin Türkiye’yi bir “eksen kayması”na uğrattığı, Batı bloğundan uzaklaştırdığı, Avrasya eksenine yaklaştırdığı yönündeki iddialar, sınıf körlüğünde ortaklaşan düşman kardeşler liberalizmle ulusalcılığın sınıfsız bakışının bir ürünüdür. Türkiye, finansal sistemiyle, dış ticaretiyle, askeri ittifaklarıyla hala emperyalist sistemin bir parçasıdır. Erdoğan Türkiye’si ise eskisine nazaran emperyalizme çok daha bağımlı, emperyalist müdahalelere çok daha açık, emperyalizm karşısında çok daha kırılgan bir ülkedir.

Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliği meselesi de böyledir. NATO basitçe bir askeri ittifak olmanın ötesinde Türkiye kapitalizminin küresel kapitalist sistemi içerisindeki yerine işaret eder ve Türkiye yönetici sınıfı açısından vazgeçilmez bir nitelik taşır. Ara sıra duyduğumuz AKP’nin Türkiye’yi NATO’dan çıkartacağı, üsleri kapatacağı yönündeki iddialar tezvirattan ibarettir. AKP bir süredir yaşadığı uluslararası dışlanmışlık durumundan kurtulabilmek ve ABD’yle/emperyalizmle yeni bir denge noktasında buluşmak adına Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğine onayı bir koz olarak masaya koymuş, pek de ciddi bir kazanım elde edemeden Finlandiya’nın üyeliğini onaylamış, İsveç’i ise “seçimden sonra” diyerek elde tutmaya devam etmiştir.

İktidar partisinin ve diğer sağ partilerin varoluşlarının ve geldikleri geleneğin gereğini yaptıklarını biliyoruz. Ya diğerleri? İşte burada pek şaşırtıcı olmamakla birlikte yine de sorgulanmaya muhtaç bir durum çıkıyor karşımıza.

Finlandiya’nın NATO’ya kabul oylaması 30 Mart’ta Meclis’e geldi ve 30 Mart hem Türkiye tarihi hem de Türkiye solunun tarihi açısından son derece sembolik bir gündü. 30 Mart 1972’de, Deniz’lerin idamını durdurmak için yola çıkan Mahir Çayan ve arkadaşları Kızıldere’de katledilmişlerdi. Kaçınılmaz olarak Meclis’teki sol partilerin temsilcilerinden, vekillerden çeşitli açıklamalar geldi. Kürsüden isimler anıldı, sosyal medyadan paylaşımlarda bulunuldu, mezarlıkta anma yapıldı.

Güzel, ancak 30 Mart 1972’yle 30 Mart 2023 arasındaki doğrusal ve varoluşsal ilişki görmezden gelindi. CHP’nin Deniz Gezmiş, Mahir Çayan anan, sosyalist gelenekle bağını sürdürme iddiasında olan vekillerinden hiçbiri oylamaya katılıp tarihe not düşmek adına “hayır” demediler örneğin.

HDP’li vekiller, hareketin ABD’yle kurduğu ittifak ilişkisine halel getirmek istemedikleri ve yaptıkları açıklamaya göre “Finlandiya’nın güvenlik kaygılarını anladıkları” için oylamaya katılmadılar. HDP’de temsil edilen sosyalist yapıların vekilleri de her fırsatta kendileri dışında kalan herkesi “devletle ortak hareket etmekle” yaftalasalar da devletin geleneksel kodlarıyla aynı doğrultuda davrandılar ve gidip hayır oyu vermediler.

TİP ise seçim hengâmesi ve telaşesinden olsa gerek, adını aldığı partinin efsane genel başkanı Mehmet Ali Aybar’ın 1965 seçimleri öncesi radyoda yaptığı konuşmadaki “35 milyon metrekarelik vatan toprağı Amerikan işgali altındadır” sözünü ve genel olarak Türkiye solunun tarihsel duruşunu hem de 30 Mart gibi sembolik bir günde Meclis’e taşımayı tercih etmedi. Vekiller oylamaya katılmadıkları gibi herhangi bir açıklama da yapmadılar.

Şimdi birileri çıkıp antiemperyalizmin modasının geçtiğinden, ulusalcılıktan, milliyetçilikten, reel politikadan vs. dem vurabilir, en olmayacak argümanlarla meşruiyet tesisine girişebilir. Ancak çok net bir şekilde söylenmelidir ki bugün sosyalizmin küresel ölçekteki en temel vazifesi hala emperyalizmle mücadeledir. Emperyalizm bir komplo teorisi değil, dünya sisteminin işleyiş biçimidir. NATO emperyalizmin askeri örgütüdür ve emperyalizmi ayakta tutan kolonlardan biridir. Emperyalist kâr ve pazar arayışı dünyayı 3. Dünya Savaşı’na doğru sürüklemektedir. Velhasıl sistemin insanlığı sürüklediği iki büyük tehlikeden biri ekolojik kriz ise diğeri de gezegen ölçeğindeki bir büyük savaştır.

NATO’nun genişlemesine karşı çıkmak emperyalizmin dünyayı sürüklediği yere karşı çıkmak demektir ve Türkiye sosyalistleri bundan azade değildir; buna karşı üretilebilecek herhangi bir gerekçe de meşru değildir. Kimsenin gölgesinin düşmediği bağımsız bir sosyalist siyasette ısrar bunun için önemlidir. Bağımsız sosyalist siyaset Menderes’ten Erdoğan’a, 30 Mart 1972’den 30 Mart 2023’e, İsrail’le yapılan gizli anlaşmadan Finlandiya’nın NATO üyeliğine onay vermeye uzanan çizgiye müdahalede bulunmaya, orayı kısa devreye ve kırılmaya uğratmaya yönelik bir irade demektir. Ortada böyle bir irade yoksa sosyalizmden söz etmek de mümkün değildir.