İktidardaki siyaset, sermayenin "en hakiki partisi" olduğunu göstermek için fırsatları kaçırmıyor. Son faiz kararları bunun göstergesi.

İktidar, sermayeye karşı gelemez

Arada bir atışmalarına bakarak iktidar ile sermaye arasına kara kediler girdiği veya girebileceği üzerinden büyük sonuçlar çıkarmaya çalışanları çok ciddiye almamak gerekir. Elbette sermaye sınıfı kendisini en ileriye taşıyacak siyasi seçenekleri değerlendirir; zamanı geldiğinde tercihini yeni bir siyasi harekete kaydırır. 1950 sonrasının Türkiye'si bile bu konuda yeterince kapsamlı bir siyaset tarihi dersini içerir.

Sermaye içinde bölünmeler de olmaz değildir. Hatta bazen destekler farklı sermaye partileri arasında dağılır. Evdeki hesap bazen siyasetin gerçeklerine, bazen seçmen tercihlerine uymayabilir. Sermayenin daha fazla desteklediği bir parti veya siyasi lider adayı tutmayabilir. Ayarlamalar sürekli olmak zorundadır. Dolayısıyla siyasi süreçleri belirlemek bakımından sermayeyi hâkim-i mutlak olarak görmek idealist yaklaşımlar kapsamına girer ve yanıltıcıdır.

Türkiye'de değişen iktidar-sermaye dengeleri

20 yıldır iktidarda olan AKP, 2015'e kadar önce açık sonra örtük olarak uyguladığı IMF patentli politikalarını, dünya koşulları da değişince sürdüremez duruma gelmiş ve bunun yerine bütüncül bir ekonomik program geliştirememiştir. YİD modeline dayalı büyük altyapı yatırımları, konut ve ofis inşaatçılığı, irili-ufaklı tüm yandaşlarına küçük-büyük porsiyonlar halinde İhale yasasının istisna hükümleri çerçevesinde veya imar kararlarıyla dağıtılan inanılmaz rantlar üzerinden ekonominin yürütülebileceği sanılmış ve inşaat sektörünün ve ekonomik büyümenin önünü açmak için düşük faiz saplantısı içine girilerek ülke döviz şoklarının uygulama alanına dönüştürülmüştür. Kamu iktisadi varlıklarının ve kamu taşınmazlarının satışındaki pervasızlık da buna eşlik etmiştir.

Bu ekonomik çıkışsızlığa, iktidarın siyasi çoğunluğunu yitirmekte oluşu da eşlik etmiştir: 2013'e kadar sermayenin bütün kesimlerinin açık desteğine sahip olan iktidardaki siyasal İslamcı hareket, 2013'te Gezi direnişine verdiği aşırı tepkiler, o yılın sonunda iktidar içi tarikatlar koalisyonunda yüksek gerilimlerin yarattığı belirsizlikler, Haziran 2015 seçimlerinden itibaren Meclis çoğunluğunu yitirmesinin (ama teröre yol verilerek Kasım 2015 seçimlerinin kazanılmasının) toplumda ve sermaye çevrelerinde yarattığı ilave tedirginlikler, gelişi hayırhah bulunarak önü açılan 15 Temmuz 2016'daki darbe girişiminin iktidarın neleri göze alabileceği konusunda oluşturduğu korku iklimi, 2016 darbe girişimini fırsata çevirerek 2017 Anayasasının "selden kütük kaparcasına" oldu bittiye getirilmesi, Temmuz 2018 sonrasında geçilen Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi'nin monolitik bir iktidar yapısını pekiştirmesi, nihayet 2019 yerel seçimlerinin iktidar tarafından kaybedilmesi, bu arada İstanbul özelinde akıl almaz bahanelerle sadece Büyükşehir Belediye Başkanı seçimin tekrarlatılması gibi güvenilmezlikler, sermayenin belirli çevrelerini rahatsız edici boyutlara ulaşmıştır. Bunlara, iktidara yakın sermayedarların özel olarak kollandığı bir dönemin yaşandığını ve iktidarın dini esaslara dayalı bir toplum projesini devlet sopasını ve mahalle baskısını kullanarak pekiştirmeye çalışması da eklenirse, AKP'nin sermayenin geneli ile "cicim yıllarını" yaşadığı dönemden artık çok uzak olunduğu anlaşılır.

AKP iktidarı, elinin en zayıf olduğu dönemdedir. Eli siyaseten zayıftır, dolayısıyla sermayeye karşı da zayıftır. 2013/2015'ten sonra izlediği yol da, sermaye hep kazanan tarafta olmaya devam etse de, "sürdürülemezlik" kaygıları nedeniyle sermayeye artık güven vermemektedir. Sermayenin neoliberal düzenleme rejiminden bir şikayeti yoktur; zaten olamaz çünkü neoliberalizm, sermayenin sınırsız tahakküm rejimi anlamına da gelmektedir. Neoliberalizmin özellikle çevre ülkelerde demokratik değil otokratik yapılarla sürdürülebileceği de bir sır değildir. Kaldı ki, merkez ülkelerinde de benzer eğilimler uç vermeye başlamıştır.  Dolayısıyla sermayenin "demokrasi" yanlısı söylemlerini, sermayenin mülkiyet ve girişim/sömürü haklarına halel gelmemesi (Aydın Doğan, Osman Kavala gibi örneklerin çoğalmaması) bağlamında değerlendirmek daha anlamlı olacaktır.

Türkiye'de AKP döneminde siyaset sınıfının önceki hiçbir dönemde olmadığı kadar sermaye temsilcilerinden oluşması, bu tabandan gelmeyenlerin de iktidar olanaklarıyla hızla sermayedarlaşması sürecinden geçilmiştir. Bu "burjuva-siyasetçi" tipinin oluşması gerçi daha çok paraziter/asalak (rantçı/komisyoncu/rüşvetçi) karakterdedir; kamu varlıklarının yağmalanması ortak paydasında hareket etmektedir. Ama nihayetinde iktidar siyasetçilerinin sınıfsal tercihleri sermayenin sınıfsal tercihleriyle oldukça uyumlu bir düzleme yerleşmektedir. Örneğin sermaye hareketlerinin tam kontrolüne sermaye sınıfı kadar yönetimdeki AKP siyasi elitleri de karşı olacaklardır; çünkü vergi cennetleri her iki kesime birden çalışmaktadır, üstelik siyasiler açısından bu aynı zamanda haksız zenginleşmelerin perdelenmesi anlamındadır ve daha yaşamsaldır.

Sermaye sınıfının elini güçlendiren önemli bir olgu da, Türkiye'de "Altılı Masa" etrafında güçlü bir düzen-içi siyasi seçeneğin oluşmasıdır. İşte bu koşullar altında başlıkta özetlenen duruma gelinmiştir: İktidar, sermayeye karşı gelemez. Ama yeni dengeler altında, bunun tersi geçerli olabilir. Yani sermaye, otoriter yapıdaki iktidara karşı gelebilir veya, böyle söylenmesi tercih edilirse, daha rahat eleştiri yöneltebilir ve istediğini almakta da zorlanmaz.

Sermaye istediğini alıyor

Sermaye öncelikle çok yüksek kârlılık düzeylerini garanti ederek istediğini alıyor. Bu yılın ilk yarısındaki kâr patlamalarına bakmak bile yeterli olabilir. Ama bugünkü yüksek enflasyonist sürecin ve yıllardır kötüleşen gelir dağılımı sorunlarının, sermaye örgütlerini hem iç talep yapısı hem de olası toplumsal tepkiler bakımından kaygılı beklentilere itmemesi de düşünülemez.

Daha günlük meselelere bakılırsa, dünyadaki ana akım iktisat politikaları pratiğinden sapılmasının sermaye tarafından benimsenmediği, seçimleri de hedefleyen büyüme odaklı faiz-kredi politikalarına ısınamadıkları, döviz açığının yol açtığı (ihracat ve turizm gelirlerinin %40'ının TL'ye çevrilmesi gibi) zorlamalardan ise hiç hoşlanmadıkları bir sır değil. Bununla birlikte bu hengamede bile iktidarın önlerine çok yüksek kâr fırsatları sunduğunun da farkındalar. 

KKM da bunun bir parçası oldu; ama asıl büyük fırsat sermayeye TÜFE oranının yarısının altında, ÜFE'nin ise dörtte birinin altında faizlerle kredi sağlanabilmesi oldu. İktidar bankaları ucuz mevduatla ve TCMB'nin düşük faizleriyle fonlarken, karşılık olarak %30'u aşmayan faizlerle kredi sunulmasını talep etmekteydi. Bu dahi bankalar açısından çok yüksek kâr marjlarına karşılık gelmekteydi ve bunu bu yılın ilk yarısındaki verilerle herkes gördü.

TCMB Başkanının birkaç hafta önce İSO toplantısında sermayeye "ticari kredileri döviz ve stoğa dönüştürmeleri" eleştirisi üzerinden "horozlanması" (Bkz. "Sisteme Meydan Okumak" başlıklı 9 Ağustos tarihli Sol Portal yazımız), sermayenin karşı saldırısına yol açmış ve eleştiriler bazı bankalarda kredi faizlerinin %40'ları aştığı üzerinde yoğunlaşmıştı. İlginç olan şuydu: %40'lar bile ÜFE'nin %140'ları aştığı bir dönemde ballı bir faiz sübvansiyonu sayılırdı ama sermaye, iktidarın hem genel zayıflığının hem de güncel zayıf noktasının farkındaydı: Kredi pompalaması üzerinden büyüme ve istihdamı seçimlere kadar canlı tutmak isteyen iktidarın, kredilerin "ulaşılamaz" olduğu türünden eleştirilere tahammülü yoktu.

Hemen gereği yapıldı. İlk hamle, artık kimsenin beklemediği bir faiz indirimine gitmek oldu; TCMB politika faizini %13'e indirerek, kredi piyasalarına işaret fişeğini çaktı. Gerçi bu indirim öncesinde bile -İSO ve TOBB'da söylenenlerin aksine- ticari kredi faizleri ortalaması %27 düzeyindeydi ama olsun, sermayenin mesajına bir karşılık verilmeliydi.

İkinci önlemde ise 20 Ağustos'ta TCMB'nin 2022/23 sayılı tebliği ile ticari faiz oranlarını baskı altında tutmanın yeni bir yöntemi oluşturuldu: Bankalar, faizi %22,85'i aşan krediler için kredi tutarının yüzde 20'si kadar, faizi %29,38'i aşan krediler içinse kredi tutarının yüzde 90'ı kadar menkul kıymet tesis etmeye mecbur bırakıldı. Yani bir taşla iki kuş: Birincisi, bu düzenlemeyle ticari kredi faizlerinin %30'u aşması iyice zorlaştırılmış oldu; çünkü bankaların fon yönetimlerinin fonlarının %90'ını menkul kıymetlere bağlama esnekliğine sahip olduğu düşünülemez. Demek ki ticari kredi faizlerine ciddi bir sınırlama getirilmiş oldu. Sermayenin artık şikayet edecek bir şeyi kalmadı. Tam tersine, kredileri etkin kullanabilecekse, kârlarına kâr katabilecek yeni bir durum oluştu. 

İkincisi ise, borçlanma gereksinimi sürekli olarak büyüme eğiliminde olan kamu kesimi, bankaları daha fazla menkul kıymet edinimine (yani daha açıkçası Devlet iç borçlanma senetleri almaya) zorlayarak bu ihtiyacını daha kolay karşılayabilecek bir durumu yaratmış oldu.

Sonuç 

İktidardaki siyaset, sermayenin "en hakiki partisi" olduğunu göstermek için fırsatları kaçırmıyor. Son faiz kararları bunun göstergesi. Bunu kendisi için de yapıyor çünkü toplumsal tabanı daraldıkça en önem verdiği kesimi, sermaye sınıfını, yanında tutma ihtiyacı büyüyor.

Bu arada İYİ Parti'den Bilge Yılmaz'ın "tam teşekküllü sermaye kontrolü rejimine" geçilmesi zorunluluğu üzerine beyanları kuşkusuz artık elde kalan tek sistem-içi seçeneğe işaret etmesi bakımından önemlidir. Ama bu konularda söylemek değil yapabilmek önemlidir; hatta erken tepkileri önlemek için bu düşünceleri bir süre kapalı kapılar altında tutabilmek de gerekebilir. Bu önerinin İYİ parti yönetimi hatta CHP tarafından bile kabul edilmesi ise ayrı bir sorundur. Sermayenin bu opsiyona itirazları mutlaka olacaktır; belki muhalefete ayar verilmesinin henüz zamanı olmadığı görüşü de hakim gelebilir. Ama KÖİ projelerinin "devletleştirilmesi" meselesinde ilgili CHP yöneticisine sert yanıt vermek bakımından sermayenin seçim sonuçlarını beklemediği de hatırlanmalıdır.

Türkiye siyasetini ve ekonomisini ilginç zamanlar beklemektedir.