"İsrail saldırganlığını durduracak bir devletin ufukta görünmediği doğru. Ancak o saldırganlığı destekleyen devletleri, halksız kalmak gibi bir son bekliyor."
Hukuk üzerinde çok konuşulan, çok da tepinilen bir kavram. Arapça hak sözcüğünün çoğulu. Bunun ötesinde bir çok tanımı var. Benim hukuktan anladığım ise bir kurallar bütünü. Hukuk ilke olarak düzenin yanında durur, onun tamamlayıcı parçasıdır. Bununla ilgili çok özlü sözler de var ama girmeyelim şimdi oraya.
Biz uzun zamandır hukukun olmadığı demeyelim ama seçmece uygulandığı bir ülkede yaşıyoruz. Ülkedeki hukukun ana çerçevesi olan Anayasa’nın durumu ortada. 12 Eylül faşist darbesinin ürünü olan ve sonrasında bilmem kaç kere değiştirilen metin dahi düzene dar geldiği için bir kenarda duruyor. Yurtta Anayasa yoksa hukuk da yoktur. Kafaya göre ve kısmen uygulanan kimi yasa metinlerinin varlığı ile hukukun varlığı aynı anlama gelmiyor. Yaşayarak görüyoruz.
Ulusal düzeyde durum böyle iken uluslararası düzeyde durum ne? Bu köşede sık sık anımsatıyorum. Ulusal hukuk ile uluslararası hukuk arasında çok önemli bir kavramsal fark var. En özet haliyle ikincisinin kolluk gücü yok. Bu yüzden de uluslararası hukuk ve onun kuralları ihtiyari bir nitelik taşıyor. Devletler işlerine geldiği zaman ve geldiği ölçüde uyuyorlar.
Yine de uluslararası hukukun hiçbir ağırlığının bulunmadığını, bir tür teknik/politik oyalamadan ibaret olduğunu söylemek o kadar da kolay değil.
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM)’nin İsrail Başbakanı ve Savunma Bakanı ile bir Hamas yöneticisi hakkında verdiği tutuklama kararını değerlendirmeden önce bunu akılda tutalım. Uygulanması güç ama Akepe güdümündeki kamu kurumlarının pek sevdiği ifadeyle “yok hükmünde de sayılamaz”.
Biraz geriye gidelim. İsrail’in Gazze’de yürüttüğü yok etme savaşı hakkında iki farklı adli süreç yürümekte uluslararası hukuk alanında.
Bunlardan birincisi Uluslararası Adalet Divanı (UAD)’nda devam eden yargılama. Güney Afrika’nın başvurusu üzerine başlayan davanın sanık sandalyesinde İsrail devleti oturuyor. Yeri gelmişken, hızlı başlayan ve ilk başlarda yoğun ilgi toplayan o davanın sürüncemede bırakıldığı izlenimi giderek büyüyor uluslararası kamuoyunda. Bunun temel nedeni hiç kuşkusuz İsrail’in işlediği suçun ortağı olan ABD, İngiltere gibi ülkelerin mahkeme ve yargıçları üzerindeki baskıyı artırmış olmaları.
UAD sürecine ilişkin son ve aslında davanın safahatıyla doğrudan ilişkili olmayan gelişme 29 Temmuz tarihinde yaşanmıştı. Divan, BM Genel Kurulu’ndan gelen başvuru üzerine işgal altındaki Filistin topraklarının parçalanmış ayrı bölgeler değil, tek bir bölgesel birim olduğunu ortaya koyarak, İsrail'in Gazze, Doğu Kudüs ve Batı Şeria'da işgalci olduğunu tespit etmişti.
Divan ayrıca, işgal altındaki Filistin topraklarının parçalanmış bölgelerden değil, Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze'yi de içeren, tek birim oluşturduğunu, İsrail'in, Gazze de dahil Filistin topraklarında işgal gücü otoritesini kullandığını, bu itibarla İsrail'in işgal ettiği Filistin topraklarındaki yükümlülüklerinin, savaş hukukuna ilişkin Cenevre Sözleşmeleri ve uluslararası teamül hukukunu kapsadığını, işgal süresinin uzunluğunun, işgal edilen toprakların hukuki statüsünü değiştirmediğini ve İsrail'in Filistin topraklarındaki ilhak uygulamalarının "hukuka aykırı" olduğunu kayıt altına almıştı.
İkinci süreç ise UCM’de devam ediyordu. UAD’ndan farklı olarak devletleri veya kurumları/örgütleri değil kişileri yargılayan mahkemenin hedefinde İsrail ve Hamas’ın yöneticileri vardı. Mayıs ayında UCM Savcısı Karim Han, Başbakan Netanyahu, dönemin Savunma Bakanı Gallant ile Hamas”ın üç yöneticisi hakkında uluslararası tutuklama müzekkeresi çıkartılması talebinde bulunmuştu. Yaklaşık altı aylık bir bekleyişin ardından Mahkemenin kararı da bu yönde çıktı. Kararın içeriğinde doğrudan soykırıma atıf yok. Bununla birlikte, Ülkemizde bu konuda uzmanlaşan nadir kişilerden biri olan Doç. Dr. Kerem Gülay’a göre, soykırıma doğrudan atıf bulunmasa da kararda sayılan savaş suçları ileride bir soykırım suçlamasına zemin oluşturabilir. Zira kararda, Netanyahu ve Gallant’ın Gazze’de sivil halkı aç bırakarak savaş suçu ve insanlığa karşı suç işledikleri belirtiliyor. Kararın şöyle bir anlamı var: Roma Statüsü’ne taraf olan yani UCM’nin yetkisini tanıyan 120 civarında ülkenin bu tutuklama müzekkeresine uymaları, başka bir deyişle, kararda adı geçen bireyleri tutuklayarak yargılanmak üzere Lahey’deki mahkemeye teslim etmeleri gerekiyor.
İsrail, tıpkı ABD gibi, bu yetkiyi tanımadığı için Netanyahu’yu teslim etmesi söz konusu değil.
Karara ilginç tepkiler geldi. Bana sorarsanız en “anlamlı” tepkiyi ABD’li Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham verdi. Graham ABD Senatosu’nda yaptığı konuşmada özetle şöyle dedi: “Bu kararın uygulanmasına izin verirsek, bir sonraki sefer de bizi içeri alırlar”. İnsanın kendini bilmesi ne kadar güzel! Graham böylelikle dünyada en çok savaş suçu ve insanlığa karşı suç işleyenlerin ABD’li yöneticiler olduğunu da itiraf etmiş oldu. Bu arada, UAD 2023 yılında Putin hakkında benzer bir karar aldığında “Kanıtlara dayanarak veren uluslararası bir kurum olan Mahkemenin tarihin sınavını geçtiğini” söyleyen Graham, bu kez UAD’yi “Senato tarafından cezalandırması gereken sorumsuz bir kurum ve tehlikeli bir şaka” olarak tanımladı. Hakkıdır, emperyalist soytarılık böyle davranmayı gerektirir.
Batılı basın yayın organlarında atılan kimi başlıklar ise başka bir itirafı içeriyordu. Kimileri UAD ilk kez “demokratik” bir lideri hedef aldı diye yazarken, hızını alamayan bir diğeri ise “Batılı bir lider ilk kez UAD’nin hedefinde” diyerek, İsrail’in “Batılı” bir ülke kimliğiyle Ortadoğu’da yabancı bir unsur, sömürgeci bir devlet olduğunu istemeden ağzından kaçırmış oldu. Teşekkür borçluyuz!
UAD’nin kararı Avrupa’yı da karıştırdı. Macaristan’ın her nedense bizde de kimi şaşkınların “anti-emperyalist” payesini vermekte tereddüt etmediği hırsız ve otoriter lideri Orban, kararın üzerinden 48 saat geçmeden, UAD’na verip veriştirdikten sonra Netanyahu’yu ülkesini ziyarete davet etti ve karara uymayacaklarını iftiharla beyan etti. Orban, mirasçısı olduğu Nazi işbirlikçisi Macar faşistlerin Yahudilere karşı işlediği insanlık suçlarını unutturma niyetiyle mi hareket etti yoksa yoksullara karşı nefret ihtiyacını Filistinliler üzerinden mi gidermek istedi bilinmez. Ama bu hareketiyle 21. yüzyılın sayısı hiç de az olmayan insanlık yoksunu siyasetçileri arasındaki yerini “bileğinin hakkıyla” aldığı bir gerçek.
Avrupa’nın en batısında İngiltere’nin İşçi Partisi hükümetinin sözcüsü “ICC’ye selam, İsrail’in kendini savunma hakkı diye saçmalamaya devam” tarzında bir açıklama yaparak meseleyi “yapıcı belirsizlik” havuzuna attı. Bu arada hatırlatılalım Roma Statüsü’nün altında bir çok Avrupa ülkesinin olduğu gibi İngiltere’nin de imzası var.
Fransız Dışişleri Bakanlığı, kararın not edildiğini, meselenin hukuken karmaşık olduğunu ancak Fransa’nın genel olarak uluslararası hukuka ve bu bağlamda ICC kararlarına saygılı olduğunu söyleyerek meselenin kenarından dolaşmayı yeğledi. Almanya’nın hâkî kamuflaj ceketli ama Yeşil Dışişleri Bakanı Baerbock da benzer biçimde ilgili soruya net yanıt vermedi. Hükümet Sözcüsü ise UAD için genel destek ifadeleri dile getirdikten sonra tutuklama müzekkeresini uygulama konusunda alınmış bir kararın bulunmadığını ve meselenin ancak Netanyahu’nun Almanya’yı ziyaret etmesi gündeme geldiği takdirde ele alınacağını söyledi.
Bizim cenaha hiç değinmiyorum. Kendi anayasasını uygulamadığı gibi, altına imza attığı AİHS gibi çoktaraflı sözleşmelerin arkasından dolaşmayı kurnazlık sanan ve İsrail’le ticaretin getirisini varil birim fiyatla hesaplayan Akepe düzeninin temsilcileri UAD kararını alkışlasalar ne olur, alkışlamasalar ne olur?
Kararın, isabeti, zamanlaması ve her şeyden önemlisi uygulanıp uygulanmayacağı üzerinde de durmayacağım. UAD’nin çıkarttığı tutuklama müzekkeresinin en azından İsrail’in soykırımcı ve sömürgeci politikasını var güçleriyle destekleyen bu ülkelerde bir bahane uydurulup uygulanmayacağını bilmek için uzmanlık gerekmiyor.
Bana kalırsa asıl üzerinde durulması gereken UAD’nin kararı ve buna gelen vıcık vıcık tepkilerin Batı dediğimiz “evren”de yaşayanlar, halklar üzerinde yapacağı etki. İsrail’in Filistin halkına yönelik yok etme planı hızlandığında kaleme aldığım yazıda değinmeye çalıştığım halklar ve devlet arasındaki ayrışmanın büyümesinde bu kararın da payı olacak.
O yazıda da söylediğim gibi, “Devletler soykırımcı İsrail’in yanında saf tutarken, halklar insan kalmak için çaba gösteriyorlar. Fransa, Almanya, ABD, İngiltere’de ve diğer Batılı başkentlerde sokakları, kampüsleri dolduran kitleler sermayenin, açgözlülüğün, üçüncü nesil sömürgeciliğin Batı Şeria ve Gazze’de durdurulmaması halinde sıranın bir gün kendilerine de gelebileceği önsezisiyle hareket ediyorlar. “Neredeyse yüzyıldır halklara “demokrasi, adalet ve eşitlik” söylevi çeken emperyalizmin kendi içindeki rıza üretme mekanizması çöküyor. O yüzden, “bunların sokaklarda bağırmaları neyi değiştirir ki” deyip küçümsememek gerekiyor.
Devletlerin gücünü belirleyen bileşenler vardır. Ekonomi, askeri yetenek, coğrafi konum, büyüklük vs. Bu bileşenlerin içerisindeki en önemli unsurlardan birinin de nüfus, yani halk olduğu unutulmasın. Kandırmayı alışkanlık hale getirdiğiniz bir halk zamanla o ulusal gücün bir artısı değil, eksisi haline gelebilir.
İsrail saldırganlığını durduracak bir devletin ufukta görünmediği doğru. Ancak o saldırganlığı destekleyen devletleri, halksız kalmak gibi bir son bekliyor. Bu süreci hızlandırmanın yolu sömürünün olmadığı bir dünya kurmanın mümkün olduğunun farkına varmaktan, o farkındalık ise örgütlenmekten geçiyor.
Devletsiz kalan halk yeni bir devlet kurabilir. Halksız kalan devlet ve düzen ise silinir gider.