İktidarın oportünizmiyle hesaplaşmak başka şeydir, bu tür haklı uyarılara 'gündem değiştirmek' olarak bakmak başka şeydir. Muhalefetin yapması gereken birincisidir, ikincisi değil.

Gerçek gündem nedir?

Halkın gündemi ile ülkenin gündemi kısa vadede çakışmayabilir. Ama orta/uzun vadede yolları mutlaka kesişir. Örnekleyelim. Bugün halkın dar ve acil gündemi iş ve aş meselesidir; bunun tartışılacak bir yanı yok. Siyasi iktidarın bu gündemin yaratılmasında baş sorumlu olduğu ve bu sorumluluğunun ortaya çıkmaması için bu gündemin tartışılmasını istemediği/istemeyeceği de açık olmalı. 

Ama bu gündem, toplumun/ülkenin tek gündemi değil. İktidarın yeni rejimini inşa etmeye dönük olarak pervasızca adımlar atması ve bununla mücadele etmeye çalışanlara karşı yargı ve kolluk şiddetini fütursuzca kullanabilmesi; hatta "açım", "işsizim" diyenlere karşı da devlet şiddetini hoyratça uygulamaktan çekinmemesi ülkenin temel bir gündem maddesidir; bu bağlamda birinci gündemle de bağlantılıdır.

AKP'nin dış politikası da her zaman ülkenin temel bir gündem maddesini oluşturmuştur. AKP siyaseti, dış ekonomik/diplomatik ilişkilerindeki ödüncü tutumuyla iktidara gelebilmiş ve uzun süre tutunabilmiştir. Bugün bu tavizci diplomasiye tekrar çok güçlü bir biçimde dönüşün bütün işaretleri alınırken; ve bunu içerdeki faşizan zorbalığı koyulaştırmanın ve iktidardan gitmemenin bir vasıtası olarak kullanılmaya yelteniliyorken, bu konu nasıl gerçek gündem olmayabilir? Bunun sonuçları halkın siyasi tercihlerini ve oradan da ekonomik taleplerini/ refah düzeyini etkilemeyecek midir? Daha önemlisi, Suriye ve Doğu Akdeniz'den Ege'ye, Boğazlardan Marmara'ya ve Karadeniz'e uzanan bir dizi yeni konumlanmayla Türkiye'nin jeostratejisini emperyalizme pazarlamaya, bunun üzerinden iktidarını tahkim etmeye ve bunun bedeli olarak emperyalizmin yanında Rusya'ya karşı hasmane tutum almaya yönelen politik eksen değişikliğine karşı çıkmak, gerçek gündemi değiştirmek olacak öyle mi? Peki, bunların sonucunda Türkiye sıcak çatışmalara sürüklenirse o zaman da mı halkın gerçek gündeminin dışında kalacak? Cephede canını ortaya koyanlar halktan başka kim olacak? Bunu bugün halk kitleleri öngöremeyebilir; siyasetin işi bugünden öngörmek ve halkı uyararak bu gelişmelere set çekme görevini yerine getirmektir. Ama bunu tek gündeme sıkışarak yapamazsınız.

126 dış misyon şefinden sonra 104 emekli amiralin, iktidar çevrelerinin "istersek Montrö'den çekilebiliriz" yönlü sorumsuz açıklamalarına karşı anayasal demokratik haklarını kullanarak bir bildiri yayınlamaları, iktidarı yeni fırsatçılıklara itmiş olabilir. Ama iktidarın oportünizmiyle hesaplaşmak başka şeydir, bu tür haklı uyarılara "gündem değiştirmek" olarak bakmak başka şeydir. Muhalefetin yapması gereken birincisidir, ikincisi değil. Nitekim eski CHP milletvekilleri de önceki iki gruba katılarak dün itibariyle aynı konuda bir bildiriyi kamuoyuna duyurmuşlar ve adeta CHP yönetimine bu konuda nasıl bir tavır takınması gerektiğini hatırlatmışlardır. 

İktidar cenahının Amirallerin bildirisini hem içerde hem dışarda bir fırsata dönüştürmek istemesi anlaşılamaz değildir. İçerde "darbe çağrışımları" üzerinden siyaset yapması, 2007'den bu yana dere tepe kullandığı ikiyüzlü bir politikanın uzantısındadır. Dışarıda bunu bir fırsata çevirmesi ise, tıpkı Ergenekon-Balyoz vb. davaları üzerinden TSK'ya kumpas kurup Cumhuriyetçi ve bağımsızlıkçı kadrolarının tasfiyesinde yaratılan iklime geri dönüş arzusudur. ABD+AB+NATO'nun 2007 sonrasının tasfiyelerini fazlasıyla olumlayan tutumu hatırlardadır. Şimdi bu çevrelere Türkiye'de Avrasyacı/darbeci eğilimlerin hâlâ olduğunu, muhalefetin de bunlarla "ilişkili" olduğunu göstermek ve kendisinin gene vazgeçilmez olduğunu "kanıtlamanın" bir fırsatına dönüştürülmek istenmiştir. Avrupa çıkar çemberi içinde kalmak koşuluyla AKP'nin "aşırılıklarını" görmezden gelmeye hazır olduğunu belli eden AB Komisyonu Başkanı ile Avrupa Konseyi Başkanının bugün Türkiye'yi ziyareti öncesinde bunu adeta altın tepside sunulmuş bir fırsat olarak görmüşlerdir.

Amirallerin bildirisi konusunda muhalefetin neredeyse paniğe kapılmasını anlamak ise zordur. Elbette iki yönden açıklamaya çalışılabilir: Muhalefete göre iktidar tam da yönetim zaaflarıyla teşhir edilmiş ve halkın temel ekonomik sorunları karşısında çaresiz kalmışken ve ilk seçimlerde kolayca devrilebilecek kıvama gelmekteyken, iktidarın gündem değiştirme çabalarına fırsat vermemek gerekir. İyi de diğer gündemler beklemiyor ki! 

İkincisi, muhalefet hattınızı iktidardan daha Batı'cı, daha NATO'cu ve neoliberal politikalarda "daha ilkeli" bir çizgide tutma iddiası üzerinden Batı'dan icazet ararsanız, iktidarın pro-emperyalist gündemine açıktan karşı çıkacak bir konumda hiçbir zaman olamazsınız. Batı'nın tercih ettiği iktidar adayı olabilmek ise, ülkenin jeostratejisini ve silahlı kuvvetlerini arkasına almış ve üstelik zaafları bakımından dış güçlerce kullanılmaya daha hazır bir iktidar türü karşısında elinizi hiçbir zaman güçlendirmez.

Son olarak, "Bu sahte gündemler tutmaz" veya "Bu bir zevzekliktir" açıklamalarını yaparsanız, iktidarın bildirici amirallerin demokratik tepkilerini kriminalize etmesini de kolaylaştırırsınız. Muhalefet, iktidarın salvolarından kaçınmak adına hukuksuzluklara direnmekten de vazgeçerse, demokrasi mücadelesini dahi rafa kaldırmak zorunda kalır.

Bazı alıntılar

Kendimi tekrarlamamak adına önceki yazılarımdan iki alıntı yapmakla bağlamak istiyorum. AKP'nin ülke jeostratejisini pazarladığına vurgu yaptığım 9 Mart 2021 tarihli soL Portal yazımdan şu  paragrafı aktarayım:

"Emperyalizmin kritik çıkarları bakımından, RTE/AKP güven verici hatta kalmaya devam etmektedir: -Suriye'nin bölünmesinde oynadığı rol, ABD ve İsrail'in çıkarlarıyla tam çakışmaktadır; -ABD'nin Suriye'ye doğrudan müdahale edebilmesi için hazırladığı zemin, her türlü takdirin üzerindedir; -Ukrayna ile Kırım dayanışması ve Karadeniz'de ABD ve NATO gücünün artırılması konusundaki gayretkeşliği, AKP'nin vazgeçilmez olma çabaları kapsamındadır... Bu politikalarından çark etmedikçe, örneğin Esad yönetimiyle Suriye'nin bütünlüğü için işbirliğine girmedikçe, bütün diğer dış politika sorunları tâli ve "'halledilebilir" görülmeye devam edilecektir. Buna Fırat'ın doğusu ve ABD himayesindeki YPG devletçiği konusu da dahildir".

Gene soL Portal'da 28 Kasım 2017'de yayınlanmış "Dışişleri binası yandı, arsayı kurtardık" başlıklı yazımın birinci paragrafını aktarayım:

"Dış politika ilişkileri ilmik ilmik örülür. Uzun zaman alır. Bu ilmikleri örmeyi bırakırsanız, sözünüzün/eyleminizin güvenirliği sorgulanmaya başlar. Bunun daha ötesine gidip bir de örülmüş ilmikleri sökmeye kalkarsanız, dış ilişkiler yumağının darmadağın olduğunu görürsünüz. Bu tür altüst oluşlar ancak devrimci bir dönüşüm varsa göğüslenebilir. Dönüşüm kuşkusuz yalnızca siyasi yapıyı değil ekonomik-toplumsal yapıyı ve birikim tarzını tapsar. Eğer böyle bir dönüşüm olmadan dış politika ekseni aşırı oynaklaşırsa, devlet itibar ve irtifa kaybeder. Yalnızca sözüne güvenilir devlet/hükümet olmaktan çıkılmaz, sözünün ağırlığı olmayan devlet konumuna gerilenilir. Sonuç, dört bir yandan sıkıştırılmak, oradan oraya savrulmaktır. Savruldukça, dün dediğinizi bugün yanlışlamaya; dün müttefik dediğinize bugün hasım işlemi yapmaya başlarsınız. Nihai sonuç, dün bedel ödemeden elde edilebilecek dış politika kazanımlarının, bugün bedel ödenerek dahi karşılanamaz olmasıdır".

Sonuç

Özetle Türkiye'nin üç temel gündemi vardır:

- Halkın ekonomik/toplumsal konumunun kötüleşmesi ve bu sonuçtaki yüksek sorumluluğuna rağmen iktidarın Anayasanın "sosyal-devlet" ilkesine sırtını dönerek vurdumduymaz bir tavrı benimsemesi;

- İktidarın, Cumhuriyet değerlerini, Anayasanın laiklik ilkesini ve yurttaşlara tanıdığı temel hakları sürekli olarak çiğneyerek kendi dinci rejimini zorba yöntemlerle kurmaya yönelmesi;

- İktidarını sürdürebilmek ve rejimini kurabilmek bakımından en iyi bildiği şeyi, hegemon güçlere ülke çıkarlarını pazarlamayı bir siyaset tarzına dönüştürmesi...

Bunlardan sadece birincisini halkın sıcak gündemi olarak görüp, diğerlerini görmemek veya geçiştirmek, iktidarın pervasızlığını artırmaktadır. İkinci mücadele alanı, anti-faşist bir konumlanmayı, üçüncüsü ise anti-emperyalist bir konumlanmayı gerektirir. Bu konumlanmalardan kaçınmakla bu gündemler dışarıda bırakılmış olmuyor ne yazık ki.