Finans sermayesinin emir kulu olarak dünyaya bakan Draghi bazı doğruları da açık ediyor ve aslında hem AB’ye hem de dünya ekonomisinde devletlerin rolüne dair bazı gerçekleri fark etmemizi sağlıyor.
68 yaşındaki Christine Lagarde, Le Monde’un sorduğu “doların tahtından indirilmesi mümkün mü?” sorusuna “renminbinin doların yerini aldığı günü görmeye benim ömrüm yetmez” yanıtını vermiş.1
Avrupa Merkez Bankası Başkanı’nın kendi sağlığına iyi baktığından şüphemiz yok. Ne var ki soru da yanıtı da ironiktir. Çünkü asıl konu ABD’nin gücü veya Çin’in yükselişinden çok Avrupa Birliği’nin arada kalmışlığı ve “Draghi raporu”dur.
Mario Draghi, Lagarde’dan önceki başkandır ve AB’nin ekonomik krizini “çözmesiyle” ünlüdür. Draghi tekellerin çıkarları için “ne gerekiyorsa yapacağız” demiş ve AB’yi daha önce bir kez “kurtarmıştır”. Şimdi Eylül 2024 tarihli raporda da onun imzası vardır.
Rapor, daha yayınlanmadan önce tartışılmaya başlanmış ve yayınlanışından itibaren de bir referans kaynağı olmuştur. Avrupa’nın ekonomik rekabette neden geride kaldığına ve bunun nasıl aşılabileceğine dair sayısal veriler ve önerilerle dolu uzun bir incelemedir bu.
Rapor, içerdiği veriler ve kurtarma planının detaylarına kadar tartışılıyor ve eleştiriliyor. Öte yandan raporda az çok herkesin uzlaştığı doğrultu, AB’nin ABD ve Çin karşısında geriye düşüşünün bir gerçek olduğu, bu devletlerle rekabet etmekte zorlandığı ve bu durumdan çıkmasının öyle kolay olmayacağı yönünde.
Burada en çok tartışılan başlıklardan biri de Draghi’nin öngördüğü yatırım hamlesinin boyutu ve etkisi. Raporda geçen ifadelere göre AB’nin geçmişteki Marshall yardımlarını da aşan bir oranda yatırıma ihtiyacı bulunuyor, yani AB ortak bütçesinden çıkacak bir 800 milyar avroya.
Rakamlar günümüzün gerçekliğine uyarlandığında ne anlam ifade eder, bu iktisatçıların bileceği kısım. Ancak AB ekonomisinin yıllık üretiminin %4,7’si gibi bir orana denk düşen rakamın yine de “çok büyük” sayılacağı açık.
Halbuki Avrupa’yı yeşil teknolojide öne ve ileri teknolojilerde istenilen yere taşıyacağı, üretkenliğini artıracağı ve ABD-Çin ile rekabet edebilir kılacağı düşünülen bu atılım için “çok çok geç” kalındığını düşünenler de var.
Örneğin “benim dediğimi yapsaydınız bu noktada olmazdık” diyen Yanis Varoufakis AB’nin treni 2019-2020 dönemecinde kaçırdığını, ABD ve Çin’in bu dönemeçten itibaren çok öne geçtiğini ve dolayısıyla Draghi raporunun ancak Avrupa’nın düşüşünün kaçınılmazlığını tasdik edebildiğini söylüyor.2
Fakat rapor sadece finansal cambazlıkların fazla iyimser olduğunu hissettirmiyor. Finans sermayesinin emir kulu olarak dünyaya bakan Draghi ister istemez bazı doğruları da açık ediyor ve aslında hem AB’ye hem de dünya ekonomisinde devletlerin rolüne dair bazı gerçekleri fark etmemizi sağlıyor.
Rapora göre AB’nin zayıf noktalarından biri bizim ifademizle “yeterince tekel olamaması”. Yani rapor özellikle de yeni teknolojiler alanında ABD’deki finansman mekanizmaları ile Çin’in devlet planlaması ve sübvansiyon sistemi düşünüldüğünde AB’deki parçalanmışlığın, regülasyon sisteminin veya moda ifadeyle “kurumsal yapısının” engel teşkil ettiğini anlatıyor.
Bunun sonucunda da Eski Kıtada ortaya çıkan parlak fikirler Yeni Kıtaya göç ediyor, oranın avantajlarından yararlanıyor ve ABD tekellerinin bir parçası oluyor.
Tercüme edecek olursak, AB büyük bir ekonomi ve büyük bir pazar fakat bu avantajları kullanabilecek bir “devlet” değil. Şu doğru: Devlet olmasa da geçmişte AB emperyalist bir merkez olarak ön plana çıkarken bu birlik görüntüsü güçlüdür. Halbuki AB içi gerilimlere baskın çıkan bir uluslararası ortamın varlığı da göz ardı edilmemelidir.
Burada elbette ABD’nin askeri gücünü arkasına alan, 60’ların ve 70’lerin “yükselen” Avrupa ekonomisi akla gelir. Ama unutulmaması gereken şey, Atlantik ittifakının iki yakası arasındaki gerilimlerdir de. AB, iki yakanın “anlaştığı” dönemeçlerde daha bağımsız bir aktör olarak ön plana çıkabilme olanağı da elde etmiştir.
Belki de Draghi’nin raporundaki şekliyle, bir tür Marshall yardımları momentinin aranması da bu yüzdendir… Nitekim, Ukrayna’daki savaş bir kez daha ABD yakasındaki soru işaretlerinin giderilmesini, ittifakın ağabeyinin kim olduğunun hatırlanmasını sağlamıştır. Şimdi sıra AB’yi yeniden inşa etmeye gelmiştir… Yani Varoufakis’in bahsettiği gecikmenin bir nedeni olmalıdır… Raporun Atlantik’in öteki yanından alkışlanmasının kaynağında bu olsa gerektir…
Halbuki AB, o hayal edilen “Avrupa Birleşik Devletleri” için fazlasıyla çelişki barındırıyor. Raporda bahsedilen ortak bütçeye, aralarına Fransa’nın da katıldığı Güney ülkelerinin hevesle yaklaşması ama Kuzey ülkelerinin burun kıvırması sürpriz olmasa da dikkate değerdir.
Buna, geçtiğimiz günlerde Çinli firmalara uygulanması düşünülen gümrük vergisindeki anlaşmazlıklar da eklenebilir. Öyleki AB içerisinde Çin ile en hacimli ilişkilere sahip olan ülke Almanya’dır ve gümrüğe “hayır” oyu veren birkaç ülkenin başında olması şaşırtıcı değildir. Almanya’yı yönetenler, söz konusu gümrüklerin zaten fabrika kapatmalarla dramatik bir hal alan Alman ekonomik gidişatına hiç de iyi gelmeyeceğini düşünmektedir.
Ama dahası var. Raporun merkezini oluşturan arada kalmışlık özellikle Almanya için yakıcıdır. Bir yandan yeşil enerji ve otomotiv için Çin ile kurulan ilişkideki ucuz mala erişim vazgeçilmez gibidir. Öte yandan, otomotiv ve diğer “geleneksel” sanayi dallarıyla anılan kıtanın bu sektörleri Çin’e kaptırıyor olması sermayenin uzun vadeli çıkarları için büyük soru işaretidir. “Bu bağımlılıktan kurtulunmalıdır”.
Almanya şimdilik pazar hakimiyetine, bu karşılıklı ilişkiden üstün çıkma olasılığına oynuyor gözükmektedir. Ama benzer bir durumun ucuz Rus doğalgazına bağımlılıkta da başlarına geldiğini hatırlıyor olmalılar. Öyleki pandemi ve Ukrayna savaşı AB’nin enerji ve tedarik zincirlerindeki zayıf noktalarını ortaya çıkarmıştır.
Esasında Ukrayna savaşı Avrupa’yı bir yandan bu enerji bağımlılığından kurtarmış gibi gözükmektedir. Halbuki tam da nükleer santrallerin kapatıldığı ve “yeşile” adım atılan bir dönemeçte ortaya çıkan savaş Avrupa’yı daha büyük bir enerji çıkmazına itmiştir. Şimdiyse Avrupa, en büyük zaaflarından biri olarak raporda da dillendirilen enerji başlığında “yeşil” ile “Çin” arasında sıkışmaktadır.
Üstelik Çin’in Avrupa’nın bu zaafına havuç ve sopa ile yaklaşması ve bazı sonuçlar alması da başka bir faktör. Almanya’nın, Çin’in elektrikli otomobilleri için düşünülen AB gümrükleri oylamasında başta çekimser durması ve sonra “hayır” demesi yalnızca Alman otomotiv tekellerinin lobicilik faaliyetleri ile ilgili değildir. Tıpkı İspanya’nın başta “evet” oyu kullanacağını söylemesi ve Pekin ziyareti sonrası oyunu “çekimser”e doğru kaydırmasının sıkı pazarlıktan ibaret olmayışı gibi.
Elektrikli arabaların bütün teknolojik bileşenleriyle birlikte büyük bir güvenlik açığı oluşturduğunu da buraya not etmek gerekir. ABD AB’yi yalnızca Rus ordularıyla değil, Çin’in teknoloji hakimiyetiyle de korkutmaktadır.
Özetle AB, ABD’den farklı olarak, Çin ile kurduğu ilişkide daha “özgür” davranamamaktadır. Ne bunu sağlayabilecek kadar “birlik”tir, ne de dolar gibi bir araca sahiptir; ne teknolojik hakimiyet kurabilmekte, ne enerjide bağımsızlaşabilmekte, ne de ABD olmadan kendini güvende hissedebilmektedir.
AB’nin Çin’e uyguladığı gümrüklerin de Draghi raporunun reçetesinin de ABD tarafından memnuniyetle karşılanmasının nedeni var... Kuşkusuz, Christine Lagarde’ın dolar için sahip olduğu temennilere hapsedilecek ölçüde değil. Ama raporun bir Goldman Sachs bankerinin imzasını taşıması, bu kadroların Yunanistan ve Türkiye dahil her yerde boy göstermesi, NATO’nun aynı zamanda ekonomik bir ittifak olması gerektiğini söyleyenlerin sayısının artması bir yandan sıradan ama başka bir açıdan dikkat çekici gelişmelerdir.
Yine de AB’nin bu sıkışmışlıktan kurtulması zor. Ve son olarak, AB’nin yeniden bir çekim merkezi olamaması, daha açık konuşacak olursak “kendine gelememesi” hem bizim hem de Avrupa’daki emekçiler için iyi bir şeydir. Eski Kıtanın AB ile değil, tarihini parlatan sınıf mücadeleleriyle anılmasına ihtiyacımız var.