Türkiye’de manzara ve gidişat emeğin sermayenin karşısına dikilmesiyle değişecek. Uzlaşmayla, randevulu kavgalarla değil emeğin sermayeyle kavgası. Yol budur. 

Cumartesi değinileri: Fotoğraf, konsensüs, düello, kazan-kazan

Bir habere göre İmamoğlu “Genel başkanla yarışmak ne haddime” diyerek cumhurbaşkanı adaylığıyla ilgili spekülasyonlara nokta koymuş. 

Altılı masadan ortak bir aday çıkıp çıkmayacağı, çıkarsa kim olacağı konularında bitmeyen gündemden bana gına geldi. Ama anlamak lazım; ortada bir çaresizlik var. Düzen muhalefeti aday belirleyip ilan etse seçim propaganda dönemine de start verilmiş olacak. 

Kolay değil, şimdiye kadar evinde oturmasını buyurduğun kitleleri alanlara çağıracaksın! Bu öyle bir an ki, sokağa çıkmak bir gün AKP’ye yarayacakken, ertesi gün AKP’yi iktidardan indirmeye hizmet edecek… Anlatması kolay değil. 

Bu tuhaflığı göze almak içinse önce “karar vermek” gerek. Daha önce yazdığım gibi, masadakilerin ne istediklerine karar vermeleri gerekiyor. Şimdilik iktidar falan istemedikleri veya en azından hazır olmadıkları, belki de icazet almadıkları izlenimi veriyorlar. 

Hal böyle olunca yarış masanın kendi içine doğru dönüyor mecburen. Ancak Ekrem Beyin tevazu gösterdiğini söyleyebilirim. Karadeniz’de meydanlara çıkışı cumhurbaşkanı adaylığı için değildi, muhtemelen. Ama çektirdiği fotoğraf düpedüz bir yarışın belgesidir. Nagehan Hanımı baş tacı etmekte Kılıçdaroğlu’ndan geri kalmamıştır İmamoğlu. 

Büyük çoğunluğu için, üstünde gazeteci yazan yalancı kartvizitler taşıdığını söyleyebileceğimiz bir grupla çekilen fotoğraf yeterince zengindi, ama kamuoyunda en dikkate değer bulunan Nagehan Alçı oldu. “Nasıl olurdu da, bu kadın oraya alınırdı!” 

Ben burada sadece, Ekrem Beyin genel başkanla mecazen “yarıştığını”, mecaza hiç başvuramayacaksak, ondan hiç aşağı kalmadığını veya onun yolundan gittiğini ekleyeceğim. Belgesiyle:

Bu video 11 ay önce “CeHaPe Zihniyeti” başlığıyla dolaşıma çıkartılmış ve youtube’un verisine göre 3 milyona yakın görüntülenmiş bir propaganda filmidir. CHP merkezinin, nasıl bir parti olmak istediğine, hatta olduğuna ilişkin manifestosu da diyebiliriz… Filmde CHP’nin ne kadar iyi yolda olduğunu anlatan bilirkişilerden biri Nagehan Alçı’dır. 

Ekrem Beyin bu kişiyi yanında gezdirmesine öfkelenenler, bunu bilmiyor olmalılar! Bir tıkla öğrenebilirler.

*    *    *

Kamuoyu nasıl da ilginç bir şey! Nagehan Alçı bir yıl önce CHP’nin pek güzel dönüştüğünü anlatıyor, 3 milyon kişi buna bakıyor, ama kamuoyunun ne Alçı’nın ikiyüzlü bir Tayyipçi olduğuna dair algısı değişiyor, ne de CHP’nin solcu olduğu fikri zedeleniyor. Genel başkan ve bir tanesi Nagehan, diğerleri onu aratmayacak kalibrede başkaları olmak üzere bilirkişiler “CHP solcu değil” diyorlar, ama “kamuoyu” değişmiyor: Hayır CHP ilerici, halkçı. Altı ok kırıldı diyorlar, “kamuoyu” CHP’ye altı okun ima edebileceğinden çok daha ileri özellikler atfetmeyi sürdürüyor…

Benzer biçimde, muhalif kamuoyu da siyasi yorumcular da AKP iktidarının çöküşünü anlatıyorlar bize. Bir yandan da anketlere çok önem veriyorlar. AKP anketlerde birinci parti olmaya devam ediyor oysa. Ama deniyor ki, AKP bütün verilerin gösterdiği gibi, kuşku götürmez bir biçimde çöküyor; gitmek üzere!  

Anketler parlamento seçimlerinde AKP’nin, cumhurbaşkanı seçiminde Erdoğan’ın en yüksek oyu alacağını söylüyor. Ama “olağanüstü bir şey olmazsa”, seçim yapılırsa, seçimde aday olunabilirse, seçme hakkı kullanılabilirse, başka bin bir felaket olmazsa, oylar doğru sayılırsa… sonuçların tersine döneceğini düşünmemiz isteniyor. Halkın bir şey yapmasına gerek kalmadan, sandığı bekleyerek…

Demek ki, enflasyon oranında, göçmen sayısında, uyuşturucu ticaretinde en yakın rakiplerine tur bindirmek, Türkiye’nin olağan durumu! 

AKP düzeninin birkaç karakteristik özelliği bunlarsa ve bunlar seçimlerin vicdana uygun biçimde yapılmasını olumsuz etkilemiyorsa, AKP gitse ne olur, kalsa ne olur! 

Belki de bunu dedirtmek isteyen bir “majestelerinin muhalefeti” vardır ve asıl maksat AKP düzeninin, AKP’nin yapabileceğinden daha geniş ölçekte onay almasıdır. Biliyoruz, AKP en fazla yüzde 50’yi görebiliyordu. Şimdi düzenin iktidarı ile resmi muhalefetinin ortak paydasını madde madde yazacak olursak, “elde var AKP düzeni” diyebilecek durumdayız. Bu yolla yeniden formüle edilmiş bir ortak paydayı kabullenenlerin oranı yarıdan çok daha fazla olacaktır. 

*    *    *

Türkiye’nin büyük uzlaşılara, konsensüslere ihtiyacı olduğu tezi aslında bu anlama gelir. Sömürü düzeninin ve onun ayrılmaz unsurları olan gericilik, piyasacılık türlerinin toplumsal mutabakata konu olması…

Kimi muhalefet tezleri tam bunu anlatıyor. Ayhan Bilgen’e göre aslolan ifade özgürlüğüdür ve Nâzım Hikmet ile Said-i Nursi’nin, Hikmet Kıvılcımlı ile Nihal Atsız’ın ifade özgürlüğü eş düzeyde dokunulmazdır. Dikkat edilirse dört isim ikişerden eşleştirilip çarpıştırılmaktadır, Bilgen tarafından. Birinci çarpışmada komünizm ile dinci gericilik, ikincide komünizm ile faşist milliyetçilik! 

Ayhan Beyin Said’in diğer sıfatından, Kürdi’den de destek bularak dinci gericiliğe yerleştiğini atlamayalım. Bir de bu tezin tamamen zırvalık olduğunu unutmayalım. Komünizm sömürüyü ve onun bütün aksesuarlarını yok etme mücadelesidir. Başka kimler nerede mutabakata erer, bilmeyiz; ama komünizm mücadele hakkını eşitlik için kullandığı ölçüde komünizmdir.

Türkiye’nin tarihinde de öyle konsensüsler hiç olmadı. Senedi İttifak kimi liberallerin buldumcuk olduğu gibi bir toplumsal uzlaşı ve demokrasi belgesi değildir. Hiçbir şeyi ve bu arada demokrasiyi de putlaştırmayalım. Batının büyük “icadı” demokrasi, aristokrasinin feodal hükümranlığının gelişen kentli zengin sınıflar tarafından yeni bir dengeye zorlanmasından çıktı. Bizde, daha sonra gelişen modernleşme hareketlerinin, reformculuğun taşra feodalitesi tarafından frenlenmesi anlamına gelen Senedi İttifak’ı pek de onurlandırmamaları rastlantı değildir. 

Bugün toplumun büyük çoğunluğunun ihtiyaç duyduğu şey uyduruk uzlaşmalar değil, geçmişin ileri sıçramalarını, örneğin 1908’i veya 1923’ü defalarca aşacak güçte yeni bir devrimci atılımdır. Gericileri, sömürücüleri süpürdükten, emperyalistleri kovduktan sonra bakarız devamına…

Uyduruk uzlaşmaları allayıp pullayanlar bir de 50.yıldönümlerinde Denizleri anma yarışına kalkıştılar. Oysa Denizlerin bugüne taşınabilecek sözleri ilkeler uğruna verilen mücadeledir. Türkiye tarihinin gerçeği budur. Elli yıldır unutulmamalarının asıl kaynağı da budur.

*    *    *

Peki, randevulu kavga da olağan bir durum mudur? 

Dün Ankara’da, “tuhaf olan” aslında Ümit Özdağ’ın silahsız düello davetine İçişleri Bakanının icabet etmemesiydi. Demek ki Süleyman Soylu korkaktı! 

AKP düzeninin çamuruna bulanmış kamuoyunun büyük kesiminin bu horoz dövüşünün kurallarını kabul ederek akıl yürüttüğünü ve böyle hissediyor olduğunu söyleyebiliriz. Muhtemelen Süleyman Bey de, “çıkıp kafa göz dalarsam çok puan toplarım” diye düşünmüş, rezilleşme sürecinde memleketin henüz bu olgunluğa erişmediğine üzülmüştür. 

Öldürme emirlerini bizzat vermekle övünen siyaset dilinin egemenliğidir bu ve kim puan kazanırsa kazansın AKP düzeni perçinlenmektedir. Belki de Soylu kapıya çıkmamaya böyle ikna edilmiştir. “Nasılsa biz kazanıyoruz, win-win, hepimiz yani…” demiştir birileri. 

Bunu fısıldayan Nagehan Alçı değilse de, doğrusu yakışır. 

*    *    *

Türkiye’nin sahne olduğu kavimler göçü üstünden yükselen kör dövüşünün yeni bir aktör kazandığı görülüyor. Ümit Özdağ çizgisi kapıştığı iktidarı rahatlatmaktadır. Yoksulluğa karşı yükselmesi kaçınılmaz olan toplumsal tepki sermaye düzenine değil de göçmenlere yönlendirilecekse bunun siyasette ırkçı bir taşıyıcısı olmalıydı. 

“Masalı muhalefet” bu rolü gerektiği gibi oynamakta isteksiz. Şu basit nedenle ki, göçmen sorununun yaratıcısı Batıyla, göçmen emeğinin üstünde sörf yapan sermayeyle karşı karşıya gelemezler. Yeni bir ırkçılık, düzen muhalefetinin sırtından bir yük almaktadır. 

Operasyon etkili olursa iktidarıyla muhalefetiyle rahatlayan düzen sağa, daha sağa kayacak ve gerçekten önümüzdeki süreçte kimin hangi seçimi kazandığının bir önemi kalmayacaktır. Toplumsal uzlaşı ve randevulu kavga fotoğrafları, sermaye düzeni için bir kazan-kazan senaryosudur.

Doğrusu Denizlerin izini sürmektir. Türkiye’de manzara ve gidişat emeğin sermayenin karşısına dikilmesiyle değişecek. Uzlaşmayla, randevulu kavgalarla değil emeğin sermayeyle kavgası. Yol budur.