Yoksa, yüzbinlerce demek yetmeyebilir, milyonlarca insan bu yüzden ölebilirdi, “kahrından” demek istiyorum.

Bir şiirin izinde

Asrım sefil,
            asrım yüz kızartıcı,
asrım cesur,
                    büyük 
                              ve kahraman
Dünyaya erken gelmişim diye kahretmedim hiçbir zaman.
Ben yirminci asırlıyım 
ve bununla övünüyorum.
Bana yeter 
yirminci asırda olduğum safta olmak
                                            bizim tarafta olmak
ve dövüşmek yeni bir âlem için…

Nâzım’ın çok bilinen şiirlerinden biridir bir bölümünü yukarıya aldığım “Yirminci Asra Dair”. Şiirin sonundaki nota göre yazılış tarihi 12 Kasım 1941’dir. Şairin en son ve en uzun hapislik döneminin başlarına rastlar. Hapisanenin dışındaki dünyada o tarihe kadar insanlığın tanık olduğu en yaygın, en yıkıcı savaş sürüp gitmektedir. Faşist Almanya’nın orduları Avrupa’da birçok ülkeyi ele geçirmiş, 1941 yılının Haziran ayında ise Sovyet topraklarına girerek geniş bir coğrafyayı daha işgal etmiş, ilerleyişini sürdürmektedir. Sovyet emekçilerinin direnişleri ilk etkilerini göstermeye başlamış olmakla birlikte, henüz kitleler halinde kırılan insanları umutlandıracak bir gelişme yoktur.

Yine de Nâzım bir umutsuzluk belirtisi göstermemekte, yaşamakta olduğu yüzyılda yaratılan çirkinlikleri unutamazken o çağda yaşamaktan ve yeni bir dünya için dövüşmekten övünç duyduğunu vurgulamaktadır.

Bununla birlikte, şairin bir inancı daha vardır. Onu da birkaç dize sonra “son gülenleri güzel gülecek olan yirminci asır” diye belirtmektedir. Ortasına yaklaştığımız bu yüzyıl mutlaka bizim olacak, son gülenler biz olacağız, demektedir.

Büyük şairimiz en kötü koşullarda umutlarını milim eksiltmemekte haklı çıkmıştır, bütün devrimci şairler, şairliği bırakalım, bütün devrimciler gibi… Üstelik, haklı çıktığını görmek için fazla beklemesi de gerekmemiş, yüzyılın ikinci yarısına geçildiğinde hem insanlık faşist vahşetten geçici bile olsa kurtulmuş hem de kendisi için parmaklıklar ardındaki hayatın yinelenişi son bulmuştur.

Ancak, ne yazık, yirminci asrın son gülenleri, onun beklentisinin tersine, güzel gülenler olmamıştır. Güzel ne söz, geçen yüzyılın son gülenleri, sırtlan gülüşlüler olmuştur. Nâzım ise bazı bölümlerini gördüğü ve kişi olarak yaşadığı yirminci yüzyılın güzellikleri ile zaferlerinin hunharca yok edilişine de buna karşı emekçi insanlığın “tarifsiz” acılar ve özveriler karşılığında elde ettiği kazanımların kayda değer bir güçle savunulamayışına da tanıklık etmeme şansına sahip olmuştur. Onun gibi bir devrimci ve şair için bunun bir şans olduğunu düşünmek çok da yanlış değildir. “Yirminci asırlı” olmakla övünürken o asır için hiç de olağandışı sayılmayan bir yaşa ulaşabilmiş olsaydı, “kahrından” ölürdü herhalde. Eğer böyle bir ölüm nedeni olabiliyorsa…

Kuşku dolu şu son cümle, olasılık olarak akla getirdiği türden bir ölüm nedeninin bulunmadığı yönünde bir uyarı aslında. Yoksa, yüzbinlerce demek yetmeyebilir, milyonlarca insan bu yüzden ölebilirdi, “kahrından” demek istiyorum. “Yirminci asrın” sonu gelirken emekçi insanlığın uğradığı yenilginin, onun yarattığı çaresizliğin etkilerini anlatmak bakımından, çok fazla dışarıdan bakıldığında abartılı görünse de bu tür sayılara başvurmakta ne sakınca olabilir? Gerçekten o büyüklükte sayılarla anlatılabilecek çoklukta insanın zihinsel ve bedensel emeği, her türlü acıya katlanma gücü, ayakta kalmasını sağlayan özlemleri ve umutları yok muydu “reel sosyalizm” diye aşağılanan o kuruluş çabalarında; sadece doğrudan doğruya yürütenlerin değil doğrudan ya da dolaylı destek verenlerin, destek verme şansı bulamadan uzaktan izleyenlerin olumlu bekleyişleri?

Hiçbir zaman o “reel sosyalizm” tamlamasını kullanmadım, yazarken de konuşurken de. Her kullanan için geçerli olmasa bile, o sözde hep bir aşağılama görmüşümdür. Oradaki sosyalizm değildir, asıl ya da gerçek sosyalizm başkadır, bütün oradakilerden çok farklıdır… Böyle böyle, şuraya çıkılıyordu doğal olarak: Sosyalizm kitaplarda kalmıştır. Zaten alınyazısı öyledir. Kâğıt üzerinde güzel görünür, ama iş gerçeğe geldi mi, ya bambaşka ve kötü bir “şey” ortaya çıkar ya da ortaya çıkmasına kalmadan silinir gider. Elbette, son sözleri sadece düşmanlar söylüyordu; dost olanlar ya da dost görünmek zorunda olanlar o kadar ileri gitmiyorlardı.

O yüzden, ne kadar uğraşsam saçma sapan tartışmalardan kaçamadığımda, konuşmak yazmak  zorunda kaldığımda, “kurulabilen sosyalizm” dedim. Emekçi insanlık bu kadarını kurabildi. Onca saldırıya karşı koyarken eksiğiyle gediğiyle, doğrusuyla yanlışıyla kurulabilen budur. Emekçiler daha iyisini kurmak için, eksiklerini gidermek için uğraşacak ve başaracaklardır, başka yolu yoktur. O zaman da saldırılar olacak, belki daha da azgınları olacak, ama öğrendiklerinden yararlanarak tümünü ya da tümüne yakınını savuşturacaklardır; savuşturamadıklarını ise etkisizleştireceklerdir. Yine öğrenilmiş olanların yardımıyla güçlükler aşılacak, yanılgılar düzeltilecek, yepyeni bir dünya kurulacaktır. 

Ama yeni değil, yepyeni. Bugünküne benzerliği olabilen en düşük düzeye indirilmiş bir dünya. Kurulabilen sosyalizmin öğrettiklerinden biri şudur çünkü: Kapitalizme ne kadar yakınlaşırsan, oradaki hayatla, sorunları ele alış biçimleriyle, çözümlerle, bütün bunlarla ne kadar benzeşirsen sosyalist kuruluş o kadar dayanıksız olur, eşitlik ve özgürlük amacından o kadar uzaklaşır, dolayısıyla en büyük güvence olan emekçi halkın sahiplenmesinden o kadar yoksun kalır.

Bir de, ara sıra, o eski kurulabilen sosyalizmin topraklarından birinde ikisinde kayda değer bir devrimci dalganın ortaya çıkması neleri, nasıl değiştirirdi, diye sormak geliyor aklıma. Çok mu çocuksu görünür, bilmem. Yoksa, nasıl bir sosyalizmse geriye kala kala sesi soluğu çıkmaz seyirciler kalmış, diyenlerin değirmenine su taşımış mı olurum?