AKP, CHP, İş Bankası... Hepsi aynı tarafta

Erdoğan'ın CHP'ye ait İş Bankası hisselerinin Hazine'ye devredilmesi gerektiğini söylemesinin ardından ana muhalefetin takındığı tutum her açıdan öğreticiydi. Canhıraş bir şekilde miras ve mülkiyet hakkını hatırlatan Türkiye sosyal demokrasisi hem bu toplumsal düzenin en mühim özelliğini hem de partinin bu düzende tuttuğu yeri gösterdi.

CHP'ye göre devlet bu mirasa müdahale edemez, birisinin malına mülküne hazine adına dahi olsa el koyamazdı. Şayet el koyarsa bu toplumsal düzen işlemezdi.

Oysa devlet bunu geçmişte defalarca yaptı. Hem de bu düzen işlesin diye bu müdahaleyi gerçekleştirdi...

Devlet tarih boyunca farklı sermaye gruplarının arasında bu tür transferlerde dolaylı ya da dolaysız roller üstlendi. Şirketlere el koydu, kayyum atadı, sonra bu malı, mülkü başka gruplara sattı. Devlet, örneğin on yıl kadar önce Uzanların ve başka grupların, yakın zamanda ise Fethullahçı çetenin işadamlarının varlıklarının el değiştirmesinde aracı oldu. Türkiye'de azınlıkların çeşitli vesilelerle mallarına el koyan da yine aynı devletti.

Burada önemli olan bu tür el değiştirmelerin nihai adresiydi yalnızca. Devlet, bu işleri kamu adına ve yararına yapmıyordu. Tam tersine ya sermaye birikimini sağlamak veya hızlandırmak için adım atıyordu, ya da sermayenin el değiştirmesi için. Mal mülk el değiştirse de nihai adres hep aynı kalıyordu. Servet ya bir patrondan diğerine geçiyor, ya da küçük servetler birikip bir büyük elde toplanıyordu.

Özelleştirme de devletin yürüttüğü ve bu mantığı ispatlayan benzer bir operasyon değil miydi? Devlet halkın zararına, kamunun malını patronlara satarken aslında yine mülkiyet el değiştiriyordu.

Kapitalizm için mülkiyet hakkı kutsaldı doğru ama bu hakkın tanınmadığı koşullar ortaya çıkabiliyordu. Ama tek bir şartla... Mülkiyetin bir patrondan bir diğerine veya başkalarından yine bir patrona geçmesi koşuluyla. O halde bu düzende asıl olan ilke patronların mülk edinme hakkıydı. Daha teknik bir deyişle ifade edersek, üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyetin sürmesiydi.

Erdoğan çeşitli nedenlerle CHP'ye dönük bir İş Bankası operasyonu yapamayabilir ya da farklı sebeplerle bunu bir siyasi söylemin parçası olarak bırakır ve bu işe hiç girişmez, bunlar ayrı tartışmalar... Lakin gerçekleşsin veya gerçekleşmesin bu operasyonun düzenle çeliştiği iddiası bir safsatadan ibaret.

CHP'nin hararetli düzen savunusu ise bir safsatadan ibaret değil.

CHP kendi hisselerinin devrini önlemek için konuşurken yalnızca mülkiyet hakkı hatırlatmasıyla patronların ve paranın iktidarını temize çıkarmıyor, aynı zamanda AKP'nin mülkiyet hakkına yönelik muhtemel bir girişimini gündemde tutarak, mal ya da varlık sahibi sınıfların korkularına oynuyor.

Bu korku yalnızca patronlara ait bir korku değil... Keşke öyle olsa. Çok daha yaygını patronlarla kıyaslandığında küçük varlıklara sahip orta sınıflarda görülüyor. Bankada orta halli bir mevduat veya bir apartman dairesi ya da bir yerlerde arazi... Belki hepsi birden, belki birkaçı...

Türkiye orta sınıfının bir kısmı bunları kaybetmekten, henüz yolun başında olan bir kısmı ise bunlara hiç ulaşamamaktan korkuyor. Siyasi reflekslerini, huzur ve düzen arayışlarını bu korku belirliyor.

CHP'nin yalnızca İş Bankası gündeminde değil, krizin en başından beri her uygun fırsatta, örneğin bankadaki döviz mevduatlarına el koyulması söylemini yükselttiği zamanlarda olduğu gibi, bu kitlenin korkularına oynaması, krizden mal ve varlık sahibi sınıfları koruyarak çıkılmasını gerektiğini söylemesi ile uyumlu.

Burada esas sorun, krize karşı varlıklarının bir kısmını kaybedecek olan orta sınıfları korumak değil. Buradaki esas mesele, varlıkları korumak üzerinden geliştirilecek her türlü programın bir kural olarak asıl varlık sahibi sınıflara yani patronlara yaraması. Tıpkı her mülkiyet tartışmasının, esasında küçük mülkiyet sahibi kesimlere değil, büyük mülkiyet sahibi sınıfa yaramasının bir zorunluluk olması gibi...

İşte bu yüzden krize karşı geliştirilecek bir program, bankadaki mevduat sahiplerini değil ücretli kesimlerin haklarını esas almalı. Benzer bir nedenle, devletin sermayenin iç çekişmelerinde tuttuğu konum aynı devletin emekçiden patrona kaynağı nasıl aktardığı anlatılarak tamamlanmalı.

Sosyal demokrasi sınıfsal konumuyla uyumlu bir biçimde tam tersini yapıyor. İş Bankası'ndaki hisselerini savunurken hem mülkiyet hakkı vesilesiyle paranın iktidarını temize çekiyor, hem de orta sınıfların korkularıyla oynayarak bu düzendeki mülkiyet aşkını canlı tutup emekçilere yokmuş gibi davranıyor.

Türkiye'nin en büyük bankalarından birisinin, dolayısıyla paranın ve mülkiyetin bir temsilcisi olarak İş Bankası'nın hisselerine dair yürütülen kavga, tartışmanın tüm taraflarının aslında paranın ve mülkiyetin yanında olduğunu gösteriyor.