Gerici dalgaya karşı

12-13 Ocak’ta İstanbul’da düzenlenen “İslam ve Sol Çalıştayı”nda ÖDP Başkanlar Kurulu Üyesi Alper Taş da bir konuşma yaptı. Solun dindar halkla hiçbir zaman barışık olmadığı iddiasının bir efsane olduğunu söyleyen Taş, geçmiş dönemlerde sol-sosyalist-devrimci hareketlerle dindar halk kesimlerinin iç içe faşizme, emperyalizme ve kapitalizme karşı çok anlamlı mücadeleler geliştirdiğini belirtti.

Alper Taş solun imam hatipli simalarından. Eskiden böyleydi, solun sokağa hâkim olduğu zamanlarda pek çok imam hatipli kavganın ön safında yer alır, dövüşür, mücadele ederdi. Bize din anlatmaya kalktıklarını da, bizim din sormaya yeltendiğimizi de hatırlamıyorum. Neden soralım, neden anlatsınlar? Onlar da, biz de kavganın dinle değil, başka bir şeyle ilgili olduğunun bilincindeydik. Sınıf kavgası dinin de milliyetin de ötesindedir.

Ama uzun gericilik döneminin içinden geçiyoruz, düzen kavga etmeyi bilmeyen, sınıfına sırtını dönmüş imam hatipliler üretmeyi başardı. Çoğu gerici iktidarın değirmenine su taşıyan tiplere dönüştü. Ama biliyorum aralarında o tiplere aldırmayan arkadaşlarımız, yoldaşlarımız da var. 

Bu koyu karanlıkta her türlü ilerici düşünce din kisveli saldırı karşısında savunma tutumu alıyor. “Biz de Müslümanız” demek zorunda kalan laikler de, “sol dine karşı değil, siyasallaşmasına karşı” demek zorunda kalan solcular da bu iklimin etkisindedir. Evet, onlar da Müslüman ama dinci buna ikna olmuyor. Ve tekrar tekrar söyleyip inandırmaya çalışıyoruz yobazı; devrimciler hiçbir dine ve inanca karşı mücadele etmezler. Alper Taş’ın deyimiyle, “Biz bir siyasal hareketle mücadele ediyoruz, bir inanç hareketiyle değil. Biz siyasal islamla mücadele ediyoruz, islamla değil.”

Güzel de, her türlü inanca, siyasal tutuma, muhalefete azgınca saldıran sol değil. Ama bir takım dindarlar sol karşıtlığının, komünizm düşmanlığının bayraktarlığını yapıyor on yıllardır. Komünizmle Mücadele Derneklerinde palazlanan “dindarlar”ın varlığından haberdarız ama “İslamla Mücadele Derneği”nde görev almış solcu duymadık hiç. Kaldı ki “solun dine karşı olduğu” yalanı da onların uydurmasıdır. Bu durumda çalıştaya katılan namuslu dindarlardan nedamet getirmelerini bekliyoruz tez zamanda!

***

Katılımcılardan biri, CHP Parti Meclisi üyesi Profesör Zeki Kılıçaslan. Çalıştaydan fırsat bulduğu boş bir zamanında “HDP ile ittifak yapmanın milli bir görev ve milli politika olduğunu” söyledi. Has Parti kurucusudur arkadaş. Numan Kurtulmuş ve Mehmet Bekaroğlu yoldaşları arasındaydı. Has Parti “dini bütün sol bir parti” olma niyetindeydi. Olmadı, kurucularından biri AKP’ye, diğeri CHP’ye yönetici oldu. Ayrı partilerde ama el birliği ederek laik cumhuriyetin son kalıntılarını kazımak için uğraşıyorlar. Bu iki “unsur”la solcu İslamcı parti kurma işi yatınca Zeki Bey de arkadaşlarını alıp CHP’ye katıldı. Dil çürük dişe kayarmış, dili kayıyor ve gözü seğirtiyor sürekli. “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”ndan “milli politika”ya yatay geçiş yaptı haliyle. Çalıştaydaki Şeyh Saitçi HDP’liler ne der bilemiyorum. 

Bence “İslamcı Solcu” Has Parti’den yola çıkıp AKP ve CHP yöneticiliğine nasıl sıçranabildiğini açıklamadan tek bir cümle kurmamalı bundan sonra. Tabloda dincilik, sağcılık, madrabazlık vardır ama asla solculuk yoktur. 

***

Zeki Kılıçaslan “Anti Kapitalist Müslümanlar”ın düzenlediği “İslam ve Sol Çalıştayı” sırasında söyledi bunları. Bizim işimiz vurgulara bakmaktır. Antikapitalisttirler ama esası Müslüman olmalarıdır. Çalıştaya falan gerek yok, çözüm çok basit: Antikapitalistsen çıkıp geleceksin, kol kola gireceğiz, kapitalizme, emperyalizme, bu iki ucubenin evliliğinin ürünü olan faşizme karşı mücadele edeceğiz. Arada mücadeleden fırsat bulursan Fatih Camisinde Cumaya gideceksin. Giderken de bize haber vermeyeceksin. 

Aksi durumda tuhaf sentez girişimleri çıkıyor ortaya. Mesela çalıştayın katılımcılarından “solcu” Demir Küçükaydın, “Marksizm, Aydınlanma ve İslam’ın Sentezi ve Mirasçısıdır” dedi. “Türk İslam Sentezi”ni biliyorduk ama “Aydınlanma İslam Sentezi” dağarcığımıza sayelerinde girmiştir. Sen onu önce Hıristiyan Kilisesi tarafından diri diri yakılan Bruno’ya anlatacaksın, sonra gidip yobaz katiller tarafından öldürülen Turan Dursun’a. Onlara anlattıktan sonra dönüp bir de benim külahıma anlatacaksın. Hadi diyelim “İlkel Hıristiyanlığın Tarihine Katkı”nın aşırı yorumundan feyz aldın, Ludwig Feuerbach’ın “Hıristiyanlığın Özü”nü ne yapacaksın? Bunu okuyan Marx ve Engels’in birdenbire Feuerbach’cı olmasını nasıl açıklayacaksın?  Aydınlanma, insanlığın hurafelerden, özellikle de dini hurafelerden kurtulmasının tarihidir. İslam’a değil Voltaire’e dayanır, Hıristiyanlıktan değil Diderot’dan yola çıkar.

Bu kadar eğilip bükülecek ne var? Marx “Yahudi Sorunu”nda dinin sınıf mücadelesinde egemen sınıfın elindeki en ürkütücü silahlardan biri olduğunu, hatta kapitalizmin “Yahudi yaşam biçimi”nden esinlendiğini, kapitalistin aslında “pratik Yahudi” olduğunu söylerken “dini hassasiyet” falan gözetmemiştir. Din ile Marksizm’in, din ile solun ancak bu tarihsel hesaplaşma bağlamında bir bağlantısı vardır. Gerisi zorlamadır ve zorlamadan hiçbir şey çıkmaz. Bu hesaplaşma, ezilenlerin günlük hayatını egemenler adına kontrol etmeye çalışan kurumsallaşmış dinle bir hesaplaşmadır. Bilimde, felsefede, bu ikisinin paltosundan çıkan Marksizm’de ve solda bu sınır silindi mi gericileşme kaçınılmazdır. Çalıştaydaki pek çok katılımcı bunun somut örneğidir. 

“Analiz edilip yakından bakıldığında, İnsan veya Yurttaş Hakları Beyannamelerinin ve Kelime-i Şehadet’in aynı soruna, aynı özde ama farklı koşullarda ve biçimde verilmiş iki cevap veya bulunmuş iki çözüm olduğu görülür” gibi bir cümle ancak böyle bir gericileşmenin arka bahçesinde kurulabilir. Biliyoruz, Burjuvazi Aydınlanmaya sırtını dönmüş ve düşman olmuştur. Ama bu ihanete solu dâhil etmeye kalkışmak çok cüretli bir iştir. Rıza göstermemiz düşünülemez. “Neden Hıristiyan Değilim” diye kitap yazan Bertrand Russell’dan geriye gitmemizi beklemek abesle iştigaldir. Bizim, solun tek bir görevi var; Aydınlanmanın yarım bıraktığını tamamlamak. Tamamlayacağız.

***

Karanlığın felç edici etkisini anlamak için Boğaziçili “Antropolog” Nükhet Sirman’ın bir “vantrilok”a verdiği “mülakata” dönüp yeniden bakın. “Türkiye’de Cumhuriyet rejimi, başından itibaren akraba evliliğine karşı çıktı mesela. Fakat buna rağmen yapılan amca çocuklarının evliliği o yüzden bir sırra dönüştü. Kimsenin bahsetmediği ama herkesin bildiği bir sır bu. Yasakların olduğu yerde sır da olur.” Sır ne? Yobazlığın duvarını aşıp Marquis de Sade kurgusuna dönüşen “Palu Ailesi”nin hikâyesi. Devamındaki cümle şöyle: “Bakın, Cumhuriyet, neden başından itibaren akraba evliliğine şiddetle karşı çıktı? ‘Akrabayla evlenirsen çocukların sakat doğar’ denir. Oysa akraba evliliğinin illa sakat çocuğa sebebiyet vermediği açık.”

Vantrilok soruyor; “O halde neden bu tür evliliklere karşı çıkıldı, çıkılıyor?”

Cevap hazır: “Çünkü Cumhuriyet rejimi, bireyin sadece ve sadece kendisine tâbi olmasını istiyor. Akraba evliliği, aile cemaatinin genişleyip büyümesi sonucunu da getiriyor. Oysa Cumhuriyet, daha kolay kontrol edebileceği çekirdek aile istiyor. Cumhuriyet, bireyle kendisi arasındaki bütün ara mekanizmaları yok etmeye odaklanıyor. Tekke ve zaviyelerin bile din karşıtlığından ziyade, bu nedenle kapatıldığını söyleyebilirim. Çünkü tekke ve zaviyeler, geniş aileler, kabileler, aşiretler, cemaatler cumhuriyetle birey arasında birer bent oluşturuyordu.”

“Kemalistler, cumhuriyet rejiminin aile politikasıyla kadını da özgürleştirdiğini söylerken haksız mı?” Bu bir sorudur. “Bu görüşü savunuyorlar ama elbette bu doğru değil. Çünkü kadın yine önce babanın, evlenince de kocanın reis olduğu bir aile düzeninde yaşıyor. 1934’te kadınlara, “biz modern devletiz” denilerek seçme-seçilme hakkı veriliyor ama mesela 1924’te kurulmuş olan Kadınlar Birliği 1936’da kapatılıyor. Çünkü aslında devletle kadınlar arasında da ayrı bir mekanizma, bent olması istenmiyor.” Bu da bir cevaptır.

Bu kadar. Çocuklarının birinin ismi Recep Tayyip, diğeri Emine olan, muhafazakâr Palu Ailesinin bütün suçları bir antropolog ve bir vantrilok marifetiyle Cumhuriyet’in kapısına bırakılıp kaçılıyor. 

***

“Sevgili meslektaşım Nükhet Sirman’ın ilginç gözlem ve analizlerinin yer aldığı bu röportajına gösterilen tepkilerin, söylediklerini anlamak için bir fırın ekmek yemesi gerekenlerden gelmiş olmasına mı, tartışma kültürünün fakirliğine mi, ideolojik saplantıların söylenenleri ne denli çarpıtabileceğine mi, ‘bu da mı profesör’, ‘Boğaziçi Üniversitesi kapatılsın’ gibi twitter kullanıcılarının bir kısmının fikir yoksunluğunu küstahlığa sığınarak kapatmaya çalışmalarına mı üzülelim bilemedim!” Uzun ama alıntılamak zorunda kaldım. Antropoloğumuzun, vantriloğumuza verdiği cevaplara tepki gösterenlere eleştiridir ve Binnaz Toprak’a aittir. Meslektaşı, Boğaziçi Sosyolojinin ve kendisi de bir dönem aynı üniversitenin Siyaset Bilimi kürsüsünün başındadır. Başka bir yazıda açarız, not etmiş olayım; “antropoloji” ve “siyaset bilimi” birer soğuk savaş imalatıdır.  

Söylenecek ne var? Şu laflarda olumlu herhangi bir şey bulan ya liberal ya da yobazdır. Hacı hacıyı Mekke’de liberal liberali Boğaziçi’nde bulur. Marksizm Aydınlanmanın çocuğudur, din eleştirisi ile başladı ve devam ediyor. Biz ise bir fırın ekmeğimizi yedik bekliyoruz. Gerici tezleri olan buyursun!