Kelebeğin Rüyası ve Bir Zonguldak

Zonguldak’a gidip Zonguldaklılarla konuştuğunuzda çoğunda güçlü bir nostaljinin var olduğunu gözlemleyebilirsiniz. 1970’lerin sonundan beri gerileyen madenciliğin, Özal’lı yıllarda yaşanan saldırıların, süren özelleştirmelerin, işsizliğin, artan iş kazalarının, sermayenin kente vurmaya başladığı damganın yarattığı belirsizlik ve umutsuzluk ortamının ürünü olan bu nostalji, Zonguldak’ın geçmişinden iyi sahneleri hatırlatıyor. Devletin üstlendiği sosyal hizmetler, ‘Cumhuriyet’in ilk vilayeti’, işçi yatakhaneleri (‘pavyonlar’), Ankara ve İstanbul’la eş zamanlı yapılan tenis kortları, kulüpler, sinemalar, balolar, ‘Ekonoma’ marketleri, meslek okulları…

Ama Zonguldak’ın geçmiş gerçekliğinin başka unsurları da bu nostaljik anlatıda zaman zaman su yüzüne çıkar. Bu nostaljik anlatıyı kentli işadamları bile benimseyebilse de, aslında geçmişe dair pırıltılı bir resim çizenlerin çoğu emekten, sosyal adaletten yana insanlardır. Onlar işin bir başka boyutu olduğunun farkındadırlar. Zonguldak’ta devletin iki yüzü vardır devlet bir yandan sosyal donatıları sağlayandır, iş güvencesi verendir, özel sektöre kıyasla daha iyi iş ve ücret koşulları sunandır. Ama devlet maden işçiliğinin müthiş zorluğuna ek olarak aynı zamanda grev kırandır, işçilerin üstüne ateş açandır, iş kazalarını önleyemeyendir, kömürün stratejik önemi azalınca bölgeyi sermayeye terk ederek oradan yavaş yavaş çekilendir. Tabii bir de ‘mükellefiyet’ getirendir.

Yılmaz Erdoğan’ın filmi “Kelebeğin Rüyası”nda gördüğümüz mükellefiyet, Zonguldaklılarca ‘İkinci Mükellefiyet’ olarak bilinir. ‘Birinci Mükellefiyet’ 1867’de çıkarılan ve kömür havzasında çalışma ilişkilerini ilk kez düzenleyen ‘Dilaver Paşa Nizamnamesi’yle dayatılmıştı. Kömür madenciliğinin çeşitli veçhelerine dair ayrıntılı düzenlemeler getiren ve işçilere belirli korumalar da sağlamaya çalışan nizamname, Ereğli vilayetinin kazalarının eli kazma tutan erkek köylülerini ocaklarda çalışmaya mecbur etmişti. Ama ne bu, ne de göçmen işçiler havzanın kronik problemi olan işgücü açığını kapatmaya yetmemişti. Savaş döneminde iktisadi ve stratejik önemi daha da artan kömürün arzını istikrara kavuşturmak isteyen hükumet havzanın köylülerine zorunlu çalışmayı 1939’da ikinci kez dayattı. Mükellefiyet döneminde madenlerde çalışma şartları eskisinden daha da kötüydü. Zonguldaklılar aynı dönemde kamulaştırılan madenlerde jandarma zoruyla çalışmaya zorlandılar. Askere alınanlardan askerliğini maden ocağında yapanlar oldu kimileri askerden terhis olunca bir de madenlerde çalışmakla yükümlü kılındırlar. Sonuçta bölge halkı devletin dünya ekonomik krizine yanıt olarak geliştirdiği devletçilik politikaları ve savaş yıllarında alınan koruma tedbirleri için büyük bir bedel ödedi.

İşte “Kelebeğin Rüyası”nda hem yöre halkının ödediği bu bedeli, hem de savaş yıllarında küçük bir azınlık hariç herkesi kasıp kavuran yoksulluğu ve yoksunluğu görüyoruz. Hem de salt bir arka planın ötesinde. Kanımca 1 Mart tarihli soL gazetesinde Kaya Tokmakçıoğlu’nun yazdığı gibi film iki ana kahramanı olan şairlerin yoksulluğunun nedenlerini deşmiyor demek de doğru olmaz, Mustafa Sönmez’in Cumhuriyet’teki yazısındaki gibi mükellefiyeti aşırı soğukkanlı biçimde tartışmak ve dönemin şartlarına bağlamak da.

Filmin hikayelerini anlattığı şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun hayatı hakkında bilinenler sınırlı. Filmde gösterilen bazı olayların gerçeğe uygun olmadığını biliyoruz. Yapılan değişiklikler ve eklemeler çoğunlukla olay örüntüsünün daha dramatik hale gelmesi için yapılmış. Ama bunlar ne bildiğimiz kadarıyla şairlerin hayat hikayelerine ne de filmin oluşturduğu II. Dünya Savaşı esnasında Zonguldak tablosuna zıt. Film, esasen çelişkilerin altını çizmeye gayret ederek bir Zonguldak tablosu yaratıyor: masmavi deniz-yemyeşil ormanlar ve maden ocaklarının karanlığı vals dersleri alan gençler ve sanatoryum sırası bekleyen veremli iki genç davetlerin zenginliği ve alt düzey memurların bile yaşadığı yoksulluk görkemli resm-i geçitler ve mükellefiyetten kaçarken yakalanan köylülerin şehrin ortasında teşhir edilerek yürütülmesi… Elbette tek bir Zonguldak o zaman da yoktu, şimdi de yok. Madencilerin Zonguldak’ı, mühendislerin, memurların Zonguldak’ı, devletin Zonguldak’ı, sermayenin Zonguldak’ı başka. 1848’in, 1867’nin, 1939’un, 1965’in Zonguldak’ları başka. Elbette, 1990-91 kışının Zonguldak’ı başka.

Birlikte şiir yazan, birlikte sefalet çeken, birlikte öksüren, aynı kıza aşık olayazan, aynı sanatoryumda yatan iki şair. Yoksulluktan ve veremden ölen iki şair. Büyük bir acıyla karşılaşınca belediye reisinin güzel ve saf kızına –yani dünyaya– kapıyı kapatıp, neredeyse bir ‘folie à deux’ halinde intihar eden iki şair. Aslında birbirlerini aşkla seven iki şair. Kim bilir, belki bu da bir Zonguldak’tır.